29 Ağustos 1926, Ankara
Yegâne Üstâdım, Efendim,
İki günden beri mektubunuzun husûle getirdiği leziz bir şaşkınlık içindeyim. Her hâlde büyük isminiz kadar meşhur dalgınlığınızın, ismimi unutturmasa bile, böyle uzun bir mektup yazmak lûtfunu hatırınıza getirmeyeceğini tasavvur ediyordum. San’atkâr ellerinizden öperek bu yanlış düşüncelerimden dolayı affınızı dilerim.
Sizin azimetinizden sonra Ankara gözümde büsbütün boşaldı. Evvelce her azimetinizin yakın bir avdeti olması ihtimâli beni teselli ederdi, hâlbuki şimdi sizi görmek için hiç olmazsa bir sene beklemek lâzım geliyor. Bu bir seneden bir gün kazanmak, sizi bir gün daha evvel görebilmek için Ankara’dan İstanbul’a nakletmek niyetindeyim: Maârif Vekâleti nam ve hesâbına bir mecmûa çıkarmak arzûsu var, zannederim ki iyi şerâitde gösterilecek. Fakat şirketi bırakıp bırakmamak kararsızlığı içinde çalışıp duruyorum. Bu noktayı da halledersem rahatım. Bence Ankara’daki sefâleti çekmek için ya mebus, ya bir meclis idâre âzası olmak ihtirâsını taşımak lâzımdır. Hâlbuki bende ne böyle bir hayâl, ne de ... buna ihtimâl var! Binâenaleyh en iyisi İstanbul’a tevcîh-i seferdir mütâlaasındayım.
Varşova’nın düzlüğünden, denizsizliğinden bahsediyorsunuz. Ya ben Ankara’nın çarpıklığından, susuzluğundan nasıl bahsedeyim? Her taraftaki imar ve inşâ faâliyetini gördükçe sizin meşhur nükteniz hatırıma geliyor. Bahar nasıl oldu, yaz nasıl geçti, sonbahar, kış nasıl geçecek, bilmiyorum. Hülâsa: Küşâd-ı gonca-i dil kaldı bir bahâra dahî... Eğer bundan sonraki seneler de böyle dar bir evin karanlık odasında, muayyen bir istikbâl gözetmeden, eğlenmeden, hayâtı hayat yapan şeylerden uzak, câzibesiz, mânâsız geçecekse... Billâhi şimdiden gelecek günlerin mâtemini tutuyorum, istikbâl bile bana mâzî gibi görünüyor. Allah sizi bahtiyâr etsin, Kemâl Bey.
Evvelde yarı bir tesellim vardı: Edebiyat. O teselliyi, o zevki de şirketin rakamları, mukâvelenâmeleri, protestoları arasında zerre zerre kaybetmeğe başladım. Bir zaman maddiyâtım bozuktu, mânevîyâtım mükemmel. Şimdi de aksine para var, şiir yok. Ben de bilmiyorum, ikisini acabâ ne zaman omuz omuza göreceğim?
Sefârethâne işlerine âit havâdise teşekkürler ederim. San’atınızı derhâl anlayanlar, filhakika, idâre kâbiliyetinizi ihâta etmekte geciktiler, mamâfih hamdolsun ki yine anlayabildiler. Çünkü ben de onlarda bu anlamak kabiliyetini ağır görüyorum. Kâbil olsaydı sizin yanınızda san’at âleminde olduğu gibi idâre işlerinde de hürmetkâr ve hayranınız kalmayı çok isterdim. Fakat babam imam olmadığı için müstecâb olacak bir duâ ezberleyemedim ki...
Necâti Bey faâliyette. İdâre kudretini maârifte de çok mükemmel bir sûrette gösterdi ve göstermekte berdevâmdır. Osmanzâde Hamdi Bey de İzmir’den dün gedi. Selâmınızı söyledim, pür kahkaha ve pür samimiyet, iâde-i selâm etti.
Sizi yakında gören Kemâleddin Kâmî’yi bekliyorum, aziz ve çok muhterem üstâdımdan haber getirsin diye... Hâkimîyet-i Millîye’ye ve Akbaba’ya âit emirlerinizi tabîatiyle derhâl ifâ ettim. Havâle edeceğiniz her işin, bütün vazifelerime takdîmen, tâkip ve intâc edileceğini arz ile emirlerinizi beklerim.
Benim için tekmil bir inşirâh olan mektuplarınıza harâretle intizar ve size sıhhat, saadet ve muvaffakiyet temenni ederim, Kemâl Bey.
-----------
(1) Kemâleddin Kamu. Kemâleddin Kâmî, Soyadı Kânûnu’ndan sonra baba adı olan Kâmî’yi Kamu’ya çevirerek soyadı olarak almıştır.