Mahallenin yeni yetişen gençleri, Hacı İmadeddin Efendi'nin yalnız ismini bilirlerdi. İçlerinde daha yüzünü gören yoktu. Orta yaşlılara gelince, yirmi sene evvel hac dönüşünde yeşile boyanmış kapısından girerken bir defacık onu görebilmişlerdi. Geveze ihtiyarlar, kahvede, sokakta, mescitte, gece toplanmalarında, hayal meyal tanıdıkları çocukluk arkadaşlarının faziletlerini, sofuluğunu anlata anlata bitiremezlerdi. Namı civarda "Kuddise sırrahu" (Allah sırrını mübarek eylesin) diye anılan bu zat, hakikaten canlı bir evliya gibiydi. Geçmiş takva asırlarından âhir zamanın bu günlerine nasılsa kalmış bir zahit sanılırdı. Bu fani dünyadan elini ayağını tamamıyla çekmişti. Yıllar vardı ki, dışarı çıkmak değil hatta evinin ikinci katına bile inmiyordu... En yukarıda sokak üstüne küçük bir odanın içinde gece gündüz, sabah akşam ibadetten başını kaldırmazdı. Yatağı, yerdeki kuru seccadesi; yorganı, sırtındaki eski abasıydı. Pencerelerinin kafesleriyle perdeleri daima inikti. Bu sakin, bu karanlık odanın dışında, dar sofadaki perdesiz pencerecikten akan loş aydınlık altında abdesthane, gusülhane, abdestlik kapları duvarlara dayanmış boş tabutlara benzer; abdest musluğunun hizasındaki alçak yüklük minimini bir çocuk cenaze yıkama kerevetini andırırdı.

Hacı İmadeddin Efendi, dünya kelamı da etmezdi. Yirmi senedir işaretle konuştuğu karısı Naciye Hanım, her akşam iftarlığını, her gece sahurluğunu yuvarlak bir bakır sininin içine koyar, ayaklarının ucuna basarak musluğunun yanma bırakırdı. Ergenlik çağına adım attığı sabahtan beri öldürmeye çalıştığı kötülüklere sürükleyen nefsini canlandırmamak için et, yumurta, yoğurt yemez; süt filan içmezdi. Yediği yalnız zeytin tanesi -ama kalamata değil siyah zeytin- kuru incir, hurma, bayat ekmekti. İçtiği suydu. Bütün dünya işlerine karısı Naciye Hanım bakar, vakıflarından, kiraya verdiklerinden paraları toplar, evi idare eder; mahallenin fakir kızlarını, kimsesiz dulları, muhtaçları vakit vakit sevindirirdi. Mahallede değil, hatta civar semtlerde oturanlar bile, Zümrüdüanka kuşu gibi adını duyup kendini görmedikleri Hacı İmadeddin Efendi hakkında gayet derin bir hürmet beslerlerdi. Derlerdi ki: "Dünya bu gibilerin yüzü suyu hürmetine duruyor. Yoksa şimdiye kadar çoktan batardık."

Lakin bu kadar mukaddes, bu kadar sofu, bu kadar mübarek bir adamın bir de oğlu vardı ki... Allah saklasın! "Eşi düşman başına" demeye kalbinde bir parça merhameti olan insanın ağzı varmaz. Gece gündüz içen rezil bir sarhoş! Namussuz bir kumarbaz! Çapkın, saldırgan, cesur, edepsiz bir tulumbacı! Yalnız mahallenin değil, bütün semtin ahalisi onun şerrinden yaka silkerdi. Şehrin dört tarafında ayrı ayrı lakapları, isimleri vardı. Bunlann içinde en kullanılan, İstanbul zabıtasının resmen kabul ettiği isimdi: "Kötü Tahsin". Kapalı kadınlara laf atar; açık kızların olmayacak yerlerine dokunur, tenhada rastladığı çocukların ayaklarından zorla potinlerini çıkarıp alır, en yüksek duvarlardan atlar, dükkân peykelerini kırar, kısacası akla gelmez hıyanetler yapardı. Kötü Tahsin'i, babası daha sekiz yaşında iken, bir kız çocuğunun yanağını ısırdığını duyunca reddetmiş, teyzesinin yanına vermişti. O vakitten beri Yedikule bedenlerinde kuş tutmaya, dalavere çevirmeye, Samatya izbelerinde yatmaya alışan Kötü Tahsin, büyüyünce en meşhur serserilerin serdarı olmuştu. Kırk yılda bir mahalleye de uğrardı. Kahveye sendeleyerek girerken "Hoş bulduk imanım!" diye bir nara atar, sonra bu soruyu sorardı:

— Bizim ölüsü kınalı moruk daha caddeyi tutmadı mı?

— …

— Ulan, bir hayırlı haber versenize bana!..

Kimse sesini çıkarmaz, herkes "çirkefe taş atma, üstüne sıçrar" hikmetini hatırlayarak önüne bakar; tavlayı, iskambili, nargileyi bırakanlar yavaş yavaş sıvışıp giderlerdi. Kötü Tahsin, ömründe iki defa yüzünü gördüğü mukaddes babasının sabırsızlıkla ölümünü beklerdi. Bu onun en kuvvetli idealiydi. Kendisine epeyce bir şey kalacaktı. Tabii bunların hepsini satacak; vur patlasın, çal oynasın, Beyoğlu'nda yiyecekti. Bazen kafayı iyice çekerek eve de uğrar; oğluna görünmeyi en büyük bir günah sayan annesinden can kurtarma haracı gibi birkaç lira koparırdı. Hacı İmadeddin Efendi ayarında bir kişinin soyundan böyle bir evlat gelmesi yalnız Rabbânî bir cilve eseriydi. Yoksa herkes, hatta zabıta bile biliyordu ki Kötü Tahsin besmelesiz, şartsız şurtsuz bir piç değildir. İhtimal bu derece rezil evlat ihsan buyurmakla Allahü Teâlâ, Hacı İmadeddin Efendi'yi bu fani dünyada ağır bir imtihana çekiyordu.

 

* * *

Naciye Hanım, bir elinde şamdan, her geceki gibi kocasının sahurluğunu yukarı götürdü. Yavaşçacık musluğun yanındaki yüklüğe koydu. Kalın, yeşil bir başörtüsü yüzüyle beraber hemen vücudunun yarısını kaplamıştı. Uzun, kıvırcık kirpikli gözleri yarı kapalı gibi yere bakıyor, soluk dudaklarında sessiz bir duanın izleri kımıldıyordu. Aşağı dönerken yüreği hop etti. Acaba aldanıyor muydu? Durdu. Dinledi. Odadan mübarek kocasının sesini tekrar işitti:

— Yahû...

— Efendim?

— Biraz içeri gel.

Abdestini yeni tazelemişti. Titreyerek kapının önüne gitti. İtikâftan hiç çıkmayan kocasını ne vakitten beri görmemişti. Mandala bastı, içeri girdi. İmadeddin Efendi, kıblenin karşısında, seccadesine diz çökmüş sarı iskelet elleriyle, önüne çöreklenmiş binbirlik bir tesbihi çekiyordu. Köşede küçük bir iskemle üstünde, sönük bir kandilin titrek ışığı, beyaz sakalını, renksiz yüzünü, madenî bir güneş tutulmasının aydınlığıyla yaldızlıyor, odadaki kabir sessizliğini sanki daha ziyade ağırlaştırıyordu.

— Burada mısın?

 —Evet efendim...

Yine karısının yüzüne bakmıyordu. Naciye Hanım, kocasının yıllardan beri işitmeye işitmeye artık tamamıyla unuttuğu dünya kelamını ruhunun bütün özlemiyledinledi:

— Bahçenin köşesine iki metre derinliğinde bir mezar kazdır. Ben altmış üç yaşını bitirdim. Artık yere gireceğim. Ölünceye kadar orada ibadet edeceğim.

—!..

— Allah senden razı olsun. Şimdiye kadar benim itikâfımı bozmadın. Artık oraya da eskisi gibi nafakamı bırakırsın.

— Başüstüne efendim.

İmadeddin Efendi, yine ezelî zikirlerine başladı. Naciye Hanım, diri diri yere girecek olan kocasının dehşetli niyetinden şaşalayarak kapıdan çıktı. Çilenin bundan korkuncu olabilir miydi? Hıçkırarak ağlıyordu. Tombul elleriyle tırabzanları tutuyor, gözyaşlarıyla bozulan abdestini çabucak tazelemek için yuvarlana yuvarlana merdivenleri iniyordu. Yarın erkenden bekçiye kazıcıları bulduracaktı.

* * *

Fakat bu gece, Kötü Tahsin pusulayı şaşırarak kendini ayaklarının himmetine bırakmıştı. Bu yumurta ökçeli, bol paçalı ayaklar, onu mahallesine getirdi. Öğleye kadar Gümüşhalkalı'da, öğleden sonra Sandıkburnu'nda kafayı çekmişti. Bastığı yeri görmüyordu; tersi dönmüştü. "Aksaray'a teyzeme gidiyorum." diye farkında olmayarak Fatih'e doğru yürümüş, o duvar senin, bu duvar benim, kendini ta evinin önünde bulmuştu. Tokmağı eline geçiremedi. Bir kibrit çaktı. Yeşil kapı ile tek tek mermer basamağı görünce güldü:

— Vay ölüsü kandilli, moruğun evine gelmişim be!.. dedi.

Gece yarısı çoktan geçmişti. Gök simsiyahtı. Sokağın içindeki evlerin hiçbirinde aydınlık yoktu. Yalnız uzaktan, köşebaşındaki tozlu bir belediye feneri, bozuk kaldırımların üstünde çamurlu gölgeler oynatıyordu. Kötü Tahsin, içeriye alınmayacağını iyice bilirdi. Hem babasının kudsiyetinden de ürkerdi. Kendinden geçmiş bir sarhoş azmiyle, tekrar Aksaray'a gitmeyi düşündü. Ayakta duracak hâli yoktu. Bir saat daha nasıl yürüyebilirdi? “Ben varıncaya kadar sabah olacak” dedi. Mermer basamağa çöktü. Dirseklerini dayadı. Fesini çıkardı. Çok saçlı başını ellerinin içine aldı. Şöyle, şuracıkta sızıvermek, ne tatlıydı! Hem dinlenirdi. Hava da güzeldi. Gerçi biraz serindi. Ama onun içi yanıyor tutuşuyordu. Yutkundu: “Ah, bir bardak su!..” Dikkat etti. Bir musluk şıırıltısı duyar gibi oldu. Hâlbuki yakınında çeşme filan yoktu. Kulak kabarttı. Karanlık ssessizliği dinledi, dinledi. Bu, şırıltı değil, pek derinden gelen ahenkli bir mırıltı idi. Etrafına bakındı. Gözlerini yukarı kaldırdı. Bir an nefes almadı. Duyduğunun ne olduğunu anlayınca güldü: “Bizim moruk” dedi. “Uçacak ölüsü kınalı...” Sonra körkütük sarhoş bir neşe ile haykırdı:

— Uç mübarek, uç!

Ölüp de kendisini mirasına kondurmadığı mübarek babasına karşı çocukluğundan beri beslediği kini yine olanca şiddetiyle duydu. Karmakarışık küfürler savurmaya başladı. Mermer basamağın soğuğu karnına sancıdan bıçak gibi saplanıyordu. Mecalsiz hamlelerle başını yukarı kaldırarak bağırıyordu:

—Uç mübarek, uç!..

 

* * *

— Uç mübarek, uç!..

Zikrini keserek binbirlik tesbihine dehşetle sanlan İmadeddin Efendi gözlerini fal taşı gibi açtı. Tıkandı. Kalbi hızla çarpmaya başladı. Etrafına bakındı. Hiçbir şey göremedi, duvarlar boştu. Tavanda kandilin belirsiz aydınlığı dalgalanıyordu. “Acaba aldanıyor muyum?” diye düşündü. Olanca dikkatiyle kulağını kabarttı. Duyduğu sedanın gayet derinden, gayet yüksekten aksettiğini işitti:

— Uç mübarek, uç!

Secdeye kapandı. Gözlerinden yaşlar geldi. İşte kendine hitap olunuyordu. Titreyerek doğruldu. Yirmi yıldır kapalı duran kalın perdeyi kaldırdı. Pencereyi açtı. Kömürden daha siyah bir karanlık vardı. Heyecandan, korkudan kendini kaybetmişti. Sahibi görünmeyen sesi tekrar işitti:

— Uç mübarek, uç!

Gözlerini kapadı. İşte yarım asırlık ibadetten sonra keramete eriyordu. Yarın Yesevî gibi mezar çilesine girecekti. Demek Allah buna razı olmadı. Artik yarın sabah dünya yüzünde bulunmayacaktı. Erdiği kerametin huzuru içinde pencereye tırmandı. Sahibi görünmeyen sesin çağırdığı tarafa, yukarıya doğru asabi bir hamle ile atıldı. Hemen aşağıya uçtu.

 

* * *

Kötü Tahsin, karanlıkta küttedek önüne düşen şeye baktı, baktı, ne olduğunu göremedi. Dizlerinin üstünde sürünerek gitti. Eli ile yokladı. Yumuşak bir şey... Bir aba... Sevindi: "Ana gibi yâr, Bağdat gibi diyar olmaz." diye sırıtttı. Sokakta kaldığını anlayan sevgili anneciği işte yukarıki odadan kendisine yatacak bir battaniye ile şilte atmıştı. Başını şilteye yerleştirdi. Hemen sızıverdi.

İki saat sonra mescide sabah namazına gidenler, gayet korkunç bir manzara karşısında titrediler. Sokağın ortasında... Ölmüş babanın naaşı üzerinde sarhoş oğlu yatıyordu. Mahalle, bütün semt, feci bir heyecanla uyandı. Kötü Tahsin'i parçalayacaklardı. Tutuldu. Bağlandı. Hemen hapse tıkıldı. Ama soruşturma neticesinde hiçbir şeyden haberi olmadığı meydana çıktı. İmadeddin Efendi'nin penceresinden kendi kendini attığı anlaşıldı.

 

* * *

Babasının kırk yıllık sakin ocağını, Beyoğlu arkadaşlarıyla gürültülü bir meyhaneye çevirerek, konduğu mirası, bin türlü rezaletle yerken kimse Kötü Tahsin'e aldırmıyor, herkes İmadeddin Efendi'ye lanetler yağdırıyordu. Ama bıraktığı hayırlı evlat(!) için değil; sırf kendi kendisini öldürdüğü için... Evet, halk zavallı adamcağızın nasıl haberi olmadan, keramete ererek, aceleyle yanlış tarafa uçtuğunu hiçbir vakit anlayamadı. Evliya sanarak, daha sağlığında ruhuna Fatiha, Yasin okuyanlar, şimdi onun nefsine reva gördüğü bu çirkin cinayeti asla affedemiyorlar: "Biz ne bilelim! Dinsizin, imansızın biriymiş. Cenazesi yıkanmadan, namazı kılınmadan cehenneme gitti işte..." diyorlardı.