I
  • Benem deryâ-yı eşkinde vücûdu ayn-ı nûn olmuş
  • Kenâr-ı âbda aks-i şecer-veş ser-nigûn olmuş
  • Şarâb içenleri zâhid niçin öldürmeli dersin
  • Rızâ ver emrine Hakkun sözün hadden birûn olmuş
  • Kodum bir sıfır dâğı sinede olan elif üzre
  • Alâmet bir iken aşka görenler dedi on olmuş
  • Şu denli erdi tîrün zahmı cisme ey kemân-ebrû
  • Gören dedi be bu ucdan uca ’ayn-ı uyûn olmuş
  • Tabîbüm nâr-ı derdin Zâtiyi bir derde tuş etdi
  • Sarı benzin görenler dediler eyvâ be bu nolmuş

                                                                        ZÂTÎ

  • (Kendi göz yaşı deryasında vücudu nun harfine dönen benim. Su kenarında ters görünen ağaç gibi baş aşağı olmuşum.)

     Zâtî, ağlamasının çokluğunu, gözyaşlarının deniz olması şek­linde ifâde ediyor. Nun harfi  (ن) şekil itibâriyle gemi yahut kayığa benzer. O da; derdi ile bükülüp nuna, dolayısıyla kayığa benzeyen vücuduyla, yine kendi gözyaşlarından hasıl olan denizin üzerinde yüzmektedir. Nun, aynı zamanda Nuh’un ilk harfidir; dolayısıyla, gözyaşı deryasında aynen Nuh’a döndüm, manâsı da çıkıyor. Su- kayık-Nuh unsurları ile bir tufan mazmunu ortaya çıkmaktadır. Nun bir diğer manasıyla da balık demektir. O halde şair gözyaşı denizinde balık gibi yüzmektedir. ’Ayn kelimesi de diğer manasıyla gözdür ve bu veeihle eşk ile irtibatlıdır, îkinci mısrada su kenarındaki bir agaç tablosu çizilmiş­tir. Bu durumda sudaki görüntü terstir. Tipkı bunun gibi su üze­rindeki şâirin aksi de ters, başaşağıdır. «Ser - nigûn», baş aşağı olmak, aslında tâlihsizlik, bahtın tersine dönmesine delâlettir. Nitekim bir kargışta; «Başın aşağı gelsin» denir. Dolayısıyla su­daki ters görüntü aslında ters talihi temsil etmektedir. Zâten bi­rinci mısradaki gözyaşları da bunu göstermekte idi. Deniz taşıtla­rı ağaçtan imâl edilir; nitekim Nuh Peygamber de gemisini ağaçtan inşâ eylemişti. Dolayısıyla şecer ile yukarıda geçen nü­nün - bu manâsı ile-alâkası meydandadır. Beyitteki bütün keli­meler çeşitli manâları ile diğer kelimelere bağlıdır.

     Deryâ, eşk, göz (ayn), kayık (nun), kenar, âb, aks, şecer ke­limeleri ile mürâat-ı nazir teşkil edilmiştir.

  • (Ey vâiz! Şarap içenleri öldürmeli deme. Allahın verdiği hükme râzı ol, haddini aşma!).

     Beyitteki anahtar kelime «had»dir. Bu kelime hem; huduttur, hem de fıkhî bir ıstılah olmak üzere bazı suçlara, bu mey anda şa­rap içmeye uygulanan cezanın adıdır. îlk anlaşılan manâ ile, Allah’ın içki için verdiği cezâ had’dir; ancak vâiz daha ileri gide­rek ölüm cezâsı istiyor. Bu suretle hem haddini aşmış oluyor hem de «had» cezâsını arttırmış oluyor. Şâir de onu Hakk’m verdiği emre râzı olmaya çağırıyor. Bilindiği gibi klasik edebiyatta vâiz dâimâ softa ve içki aleyhtârıdır, dolayısıyla rind şâirlerin ta’nma maruzdur. Ancak beyitdeki manâ bu ilk görünen manadan biraz farklıdır. Zirâ, had Hakk’m emri olmamalıdır; çünki Kurân-ı Ke- rim’de içki için böyle bir cezâ tayin edilmemiştir. Bu hüküm, bil­gilerimize göre sahâbe döneminde kıyâsen ortaya çıkarılmıştır. Bu takdirde şâirin bahsettiği «Hakk’m emri» Bakarâ Suresi 229. âyetdeki; «Bunlar Allah’ın çizdiği hadlerdir, onları aşmayınız» ifadesidir. Vâiz içki için ölüm cezâsı istemekle, makul olma­yan bir şey istemekte ve yukarıdaki âyetin ikâbına muhatap ol­maktadır. «Emr», Kurân-ı Kerim’in bazı yerlerinde de «kader, takdir» manâsıyla geçer. Bu manâsı kabul edildiği takdirde ikin­ci mısrayı; «Vâiz! Allah’ın takdirine râzı ol, içki içmek kaderin sevkiyledir» şeklinde anlamak mümkündür, ancak, bu manâ bi­ze uzak geliyor.

  • (Sinedeki elifin üzerine sıfıra benzer bir dağ (yara) koy­dum; görenler, evvelce aşkına belirti bir iken şimdi on olmuş de­diler.)

     Beyti iki türlü anlamak mümkündür: A) Sîne gönülden ki- nâyedir. Elif şekil cihetinden sevgili boyuna telmihtir. Dinî ma­nâda da Allah ism-i hasının ilk harfidir. Dolayısıyla gönülde be­şerî yahut İlâhî manâda sevgilinin bulnduğu anlaşılır; bu ise aşk hâlidir. Aşk ise, Arapça’daki; «El-ışku cüz’in mine’n-nâr» (Aşk ateşten bir parçadır) fehvasınca yakar. Bu yakış, sinede sıfıra ben­zer bir yara açar. Elifin yanma bu şekil gelince eski harflerde «ah» nidâsı ortaya çıkar. Demek ki gönüldeki gizli aşk âşığın ağ­zından çıkan bu feryâd ile halka malum olmuş, bu aşkın evvele göre arttığı anlaşılmıştır. Zirâ, başka türlü, insanların gönülde gizli olan bu aşkı bilmeleri mümkün değildir. Aşkın bir iken on olması aynı zamanda rakam olarak da bir gerçeklik ifâde eder. Elif ile sıfırın yan yana gelmesi rakam olarak da 10’u gösterir. Zi­ra elif hem şekü itibârıyle hem.de ebced değeri Ue bir’i gösterir Beyitte sıfır, bir, on gibi rakamlar tenâsüp teşkil eder. Alâmet ile dağ arasında da şu irtibat vardır: Eskiden beri Türkler sahibi bu­lundukları şeyleri, hususen at, davar vs, yi bir demir çubuğu ateş­te kızdırmak suretiyle dağlayarak damgalarlar, yani kendi alâ­metlerini koyarlardı. Kezâ, tıpta da yara, dağlanmakla tedâvi edilirdi. B) Sinedeki elif, sevgiliden gelen elife benzer müjgân, tîr (kirpik) vs. olabilir. Daha sonra sineye batan bu nesne üzerine yara dağlanmış ve on şekli bu suretle ortaya çıkmıştır.

  • (Ey keman kaşlı! Okunun yarası cisme öyle geçti ki, gö­ren; «yahu bu (vücut) uçtan uca göz göz olmuş», dedi.)

     Kaş, malum olduğu üzere yaydır;, kirpikler ise oktur. Sevgili âşığa bunlan fırlatıyor. Kirpikler pek çok olduğu cihetle vücut­ta açılan yaralar da pek çoktur. Âşığın cismi bu suretle göz göz, delik deşik olmuştur. «Ayn» Arapça’da pınar, kaynak manasına da gelir. Bu manâ ile âşık vücudu, her taraftan kanlar fışkıran heyeti ile, sanki görenler nazarında pınarlar kaynayan bir menbadır. Ok, yay ve yara kelimeleri birbiriyle ilgili olduğu gibi ’ayn ve ’uyûn kelimeleri de biri diğerinin cem’i olmak bakımından müştakdir.

  • (Ey tabibim! Derdinin ateşi Zâtî’yi öyle bir derde düşür­dü ki, onun sarı benzini görenler; «eyvah, buna böyle ne olmuş», dediler.)

     Tabibin vasfı iyileştirmektir. Âşığın iyileşmesi de maşuğun elinde olduğundan, sevgili, tabibe benzer. Tabib tedâvide -yuka­rıda da geçtiği üzre-ateş kullanır. Burada derd ateşi aşktır ve aşı­ğı hasta etmektedir. Dolayısıyla vasfı tedâvi etmek olan tabib, ak­sine hasta etmektedir. Ateşle aşk münâsebetini söylemiş idik. Tedâvi esnasında, ateş, verdiği acı ile hastanın benzini sarartır. Ke­za -ateşe benzeyen- aşk da müptelâyı derde düşürür, benzini sol­durur. Ateş ile hasta arasında da, hastanın ateşli olması bakımın­dan alaka vardır. O halde bu mısradaki bütün kelimeler bir iç ör­gü ile birbirine bağlıdır. Tuş kelimesinin de düşmek fiilini hatır­lattığını ilâve edelim. Benzi sararan Zâtî’yi görenler; eyvâh buna böyle ne olmuş, diye hayretlerini ifâde ederler. Bu hayret ifâde­sinde şâir hem konuşma uslubuna yaklaşıyor, hem de sararmanın derecesini ifâde ediyor. Ancak, beyitte ikinci ve mizahî bir manâ daha gizlidir Eyvah kelimesi «eyvâ» şeklinde imlâ edilmiştir ki bu bir meyva ismi olan ayvadır. Zâtî’yi görenler de; buna böyle ne olmuş ki ayvaya dönmüş, diyorlar.

     Netice olarak gazelin bütününde Zâtî’ye mahsus olan, manâ yoğunluğu bakımından, sık bir doku müşâhede etmekteyiz.

                                    II

  • Gülşende ki düşdü suya berg-i gül-i ra’nâ
  • Ma’şûk ile âşık yüzüdür gözgüde gûya
  • Öykünmeye tugrâsına sen Hüsrev-i hüsnün
  • Menşûr-ı felekde görünen gurre-i garrâ
  • Hatt-ı lebi nakşıyla nigârın kaşı resmi
  • Menşûr-ı cemâle biri mihr ü biri tugrâ
  • Üstâd-ı çemen çünki dokur sebze harîrin
  • Berg-i güi-i hamrâdan urur bâd ana tamga
  • Yazdıkda yüzin mushafını kâtib-i takdir
  • Şâmmda benim eyledi aşk âyetin imlâ
  • Zülfün gamı gönlümü belin fikrine saldı
  • Gör kim ne hayâle bıragupdur anı sevdâ
  • Zâhid ne bilir aslım îmân ile küfrün
  • Akdan karayı fark edemez dîde-i a’mâ

                                                     İBNİ KEMÂL

  • (Gül bahçesinde ranâ gülünün yaprağı suya düşdü. [Bu manzara] âşık ile maşuğun aynadaki görüntülerini andırıyor.)

     Arapça’da büsbütün farklı olan ranâ kelimesi dilimizde «gü­zel» manâsına kullanılmaktadır. Ancak bu kelime gül ile birlik­te geçiyorsa; yarısı kırmızı yarısı sarı olan makbul bir gül çeşi­dini ifâde eder ki, burada da durum budur. Şâir, bir gül bahçesi tablosu çiziyor: Bu bahçede ranâ gülünün yaprağı suya düşmüş­tür. Burdaki düşmek fiilini - ikinci mısra dikkate alınınca -ak­sin, görüntünün düşmesi şeklinde anlamak da mümkündür. Bah­si geçen su ise gül bahçelerini sulamak için açılan su arkları ol­malıdır. İşte bu sudaki gül yaprağı - yahut görüntüsü - aynadaki âşık ve maşuk görüntüsünü andırır. Zirâ, âşık dertli ve solgun­dur; benzi gülün sarı kısmını temsil eder. Sevgili ise lâkayddır; yanakları kırmızıdır, dolayısıyla gülün diğer rengine benzer. Bi­rinci mısradaki su da aksi göstermesi bakımından aynaya benzer. Bu itibarla, iki mısradaki unsurlar arasında müşevveş bir leff ü neşr mevcuttur. Mevsim bahar olduğu için beyit bahâra âit keli­melerle kurulmuştur. «Aşık» ve «maşûk» arasında iştikak olduğu gibi, yüz ile gözgü kelimesinin ilk cüzü (göz) arasındaki münâ­sebete dikkat etmelidir.

  • (Felek fermânmının parlak hilâli, sen güzellik pâdişâhı­nın tuğrasına -boş yere- özenmesin.)

     Sevgili, güzellik pâdişâhıdır. O halde, şâhlıkla ilgili diğer ta­mamlayıcı unsurlara ihtiyâç vardır. Şâhlann, hükmetme vâsıta­sı olarak, fermanları ve bunların üzerinde alâmet olmak üzere tuğraları bulunur. Sevgilinin yüzü de hem âşıklara hükmetme aracı, hem de şekil itibârıyle bir safha olduğu için fermana ben­zer; kaş ise yine şekil bakımından tuğra makâmındadır. Bu sis­temi kuran şâir, daha sonra bir mukâyeseye giriyor. Satıh itibâ­rıyla felek de bir yazılı sahife gibidir ki, üzerinde tuğra mukabili olarak yeni doğmuş bulunan parlak hilâl mevcuttur. Ancak bu hilâl, sevgilinin kaşına boş yere özenmemeli, ona denk olamayaca­ğını bilmelidir. Bilindiği üzre gerek halk, gerekse klasik edebiyâ- tımızda kaş hilâle benzetilir; burada, ise mübalağa ile kaş tafdil edilmiştir. Beyitte, keza leff ü neşr vardır.

  • (Sevgilinin dudak [etrafındaki] tüylerinin ve kaşının şekli, güzellik berâtının mühür ve tuğrası gibidir).

     Hatt, yüz ve dudak üstlerinde biten ayva tüylerine verilen İsimdir. Aynı zamanda çizgi ve yazı manâsına da gelir. Beyitte, bütün bu manâlar hatıra gelecek şekilde kullanılmıştır. Sevgili yüzündeki güzellik unsurları dudak ve kaştır. Yukarıdaki beyit­te de kullanıldığı üzre, yüz, bir safhaya benzetiliyor. Aynı zaman­da «menşûr» berât demektir. Beratta mühür ve tuğra bulunur. Sevgili yüzündeki dudak tüyleri (yahut dudak çizgileri) mühür ve kaş ise tuğraya tekabül eder. Bu sûretle bu yüzün güzelliği bir berat ile sübut bulmuş olur. Burada bir şeyin gerçekliğini ispat için berat verilme hadisesine telmihte bulunulmuştur. Kasın tuar- ra olduğu yukarıda geçmişti. Dudak da mazmun sisteminde mü­hürdür, zirâ o da şekil itibariyle beyzîdir. Dudak çizgileri, veyâ tüyleri de mührün çerçevesini teşkil eder. Eski cemiyetimizde sevgili doğrudan görülemediği için âşık çok zaman onun resmi ile iktifâ ederdi. Beyitte yer alan hat, nakış, resim, cemâl kelimeleri hem birbirleriyle hem de bu hâdise ile irtibatlı olarak kullanıl­mıştır.

  • (Çimen üstâdı - bahar - yeşillik ipeğini dokumakta; rüz­gar ise kırmızı gül yaprağından ona damga vurmaktadır.)

     Mevsim bahardır. Bu sebeple her taraf yeşü ipekten bir halı gibidir. Bu halıyı ören üstâd sanatkâr, bahardan başkası değil­dir. Bilindiği gibi halının dokusu sıktır, burada halıya benzetilen çemenin de bu sûretle sık bir yeşillik olduğu anlaşılıyor. Biten halının üzerine damga vurulurdu. Burada rüzgarın düşürdüğü gül yaprağı halıya vurulan kırmızı damgaya benzetilmiştir. Dam­ga, sahibini gösteren alâmet-i fârikaya da denir.

  • (Takdir kâtibi senin yüzünün mushafmı yazdığında, be­nim hakkımda da aşk âyetini imlâ etmiş).

     «Kâtib-i takdir» Allah’tır. O, olmasını istediği şeyleri yazmış­tır ki buna kader veyâ takdir diyoruz; dolayısıyla, kader ile yazı arasında bu bakımdan bir münâsebet vardır. Nitekim halk arasında kadere yazgı veya yazı da denmektedir. Beri taraftan insan yü­zü, Hurufilerden itibâren Mushaf’a yani Kuran-ı Kerim’e benze­tilmiştir. Burdaki teşbih alakası şudur: Kurân 28 harf ile yazılır. İnsan yüzünde de bu harflere tekâbül eden 28 hat vardır. Çehre­de; 1 saç, .2 kaş, 4 kirpik olmak üzere 7 kıl ile ergenlik devrinde erkeklerde meydana gelen 2 bıyık, 2 burun hattı ve 1 çene altı hattı vardır. Bunun 7’ye ilavesiyle bulunan 14 sayısı, bunların bulunduğu yerler de hesab edilmek suretiyle 28’e ulaşır ki, Arap alfabesinde de harf adedi budur. Bu bakımdan yüz, Mushaf’ı temsil eder. Zaten bunun içindir ki şâir, «Allah senin yüzünü ya­rattığında» demiyor, «yazdığında» diyor. Ancak İbn-i Kemâl gibi bir Osmanlı Şeyhülislâmının Hurufîliğe meyli olamayacağı âşikâr olduğuna göre, buradaki ifâdelerin, bir inancı dile getirmekten ziyâde sanat gösterme arzusunun eseri olduğunu söyleyebiliriz. Ni­tekim Hurufîlere âit tevil ve inanışların, bu batmî mezhebin (bir görüşe dinin) târihe karışmasından sonra da klasik edebiyâtı- mızda yaygın olarak kullanıldığı malumdur. Biz tekrar asıl ko­nuya dönecek olursak şâir, sevgiliye; «Seni böyle yaratan benim hakkımda da ezelden sana âşık olmayı takdir etmiş» diyor. İkin­ci mısradaki şan ve imlâ kelimeleri ikinci manaları ile de «huy» ve «doldurmak» demektir. Buna göre mısra: «Benim huyuma aşk kanlmıştır» manâsını kazanır. İnsan yüzü, Hurûfî benzetmelerin­den sarf-ı nazar Allah’ın cemâline bir misal, bir delildir ki «âyet» tabirinin zâten bir manası da budur. Beyitteki kelimeler oldukça sık bir doku ile birbirine bağlıdır. Yazmak, mushaf, kâtib, âyet ve imlâ kelimeleri ile mürâat-ı nazır yapılmıştır.

  • (Saçının derdi, gönlümü, bir de belin endişesine düşür­dü. Bu sevda, onu ne hayallere sürüklüyor, gör bak.)

     Şâirin gönlü sevgilinin saçları ucundadır. Saç ise bir çok ci­hetten gam alâmetidir. Meselâ, tel adedinde âşığın gönlünü par­çalar; siyahlığından ötürü üzüntü verir. Kezâ, zülüf, âşığın yüze ulaşmasına mânidir vs. Bu gibi üzüntülerle dolu gönül, saç ucun­da bele vâsıl olmak ister. Ancak, bu istek olmayacak bir şeydir. Zirâ, bel, o kadar incedir ki, mevhum bir varlıktan, bir hayalden ibâretdir. Hem bu bakımdan, hem de klasik edebiyatta sevgiliye ulaşamamak asıl olduğu için, bu arzu muhaldir, olmayacak bir hayaldir. Ancak, âşığı bu hayâle düşüren, sevdâdır. Sevdâya dü­şenler hayal kurmaktan kurtulamazlar. Beri taraftan, bu kelime «siyâh» manasıyla saçı ifâde eder. Demek ki, âşığın gönlü, saç­ların ucunda bele düşmüştür. Salmak kelimesinden, sevgüinin saçlarını aşağıya doğru uzattığını anlıyoruz.

  • (Ham sofu, imân ile küfrün aslını nereden bilecek; hiç körün gözü aktan karayı seçebilir mi?).

     Zâhid şekilcidir; bundan dolayı ne imânın ne de küfrün aslı­nı esâsını bilmez. O, bu haliyle aktan karayı ayıramayan bir kör gibidir. İman nurdur, küfür ise karadır. Burada küfr kelimesinin, örtmek, gizlemek, manâsına geldiğini de hatırlamalı. Yukarıda­ki beyitte geçen saç da yüzü örter. Esâsen saç, renk ve kesret ci­hetiyle küfrü temsil eder. Yüz ise «âyet» idi. Zâhid, sevgili yüzü­ne bakmayı mubâh görmediği için, imân ile küfrü, yani saç ile cemâli geçememektedir. Bu itibârla da renk ayrımı olmayan bir köre benzemektedir. Bu arada körlük üe ak ve kara arasındaki irtibâta dikkat etmelidir. Ak veyâ kara inen göz kör olur, kezâ gö­zün gören kısmı yani gözbebeği de karadır. Beyitte müşevveş leff ü neşr vardır.

                                     III

  • Nâm u nişâne kalmadı fasl-ı bahârdan
  • Düşdü çemende berg-i diraht i’tibârdan
  • Eşcâr-ı bâğ hırka-i tecride girdiler
  • Bâd-ı hazân çemende el aldı çenârdan
  • Her yâneden ayağına altun akıp gelir
  • Eşcâr-ı bağ himmet umar cûybârdan
  • Sahıi-ı çemende turma salınsın sabâ ile
  • Âzâdedir nihâi bu gün berg ü bârdan
  • Bâkî çemende hayli perîşân imiş varak
  • Benzer ki bir şikâyeti var rûzigârdan

                                                     BÂKÎ

  • (Bahar mevsiminden geriye iz, eser kalmadı. Çemende, ağaç yaprağı gözden düştü.)

     Bu gazel Bâkî’nin yek-ahenk gazellerindendir ve onda baş­tan sona kadar bir sonbahar tasviri söz konusudur. Bu mevsimde artık bahardan geriye bir şey kalmamış, her şey solmuştur. Son kalan yapraklar da dökülmüştür. Beyitte, üzerinde sanat yapılan kelime «itibâr» dır. Bu kelime kıymet, değer manâsı yanında me- câzen yükseklik ifâde eder. Bu sûretle yaprak hem gözden düş­mekte, kıymetini, değerini kaybetmekte hem de mecâzen yüksek­ten düşmektedir. Bu kelimenin aslı ubûr’dur ki o da geçmek de­mektir. Dolayısıyla bahârın geçtiği ifâdesini kuvvetlendiriyor.

  • (Bâğın ağaçları, teerid hırkasını giydiler [yani soyun­dular] ; sonbahar yeli, bahçede çınâr ağacından el aldı.)

     Bu beyitte sonbahar bahçesinin manzarası bir tasavvufî halkaya benzetilmiştir. Teerid hırkasını giymek, tasavvuf ıstılâ- hmda ,sâlikin dünyâ varlığından soyunması, kesretten hâli olma­sıdır ki, bu, hem rûhî hem maddî cihetten olabilir. Burada şekli bir soyunma sözkonusu olduğuna göre kastedilen maddî tecrid- dir. Bu yola giren dervişler maddi zînetlerden soyunarak derviş­lik alâmeti olan kaba bir hırka giyer. Ağaç için de yaprak kesret­tir, dünyâ varlığını ifâde eder. Yaprağını döken ağaç şekil itibâ- rıyle kesretten kurtulmuş, tek kalmıştır. Bu hâliyle bir derviş manzarası arz eder. Çınar bahçe ağaçlarının en mücessemi olmak bakımından gûyâ şeyhtir. Hazan yeli onun yaprağını dökmekle sanki ondan el almakta, yani intisâb etmektedir. Bu ibare maddi manâda rüzgârın çmar yaprağını döktüğünü ifâde ediyor; zirâ çınar yaprağı şekil bakımından ele benzer. Şâir, bu hadiseyi hüsn-i talil yolu ile yelin ağaca intisâbı şeklinde tevil etmektedir, ilk defa Şecere-i Rıdvân altında sahâbenin Resulullah’a, elleri­ni onun eli üzerine koymak sûretiyle yaptıkları, biat daha sonra tarikatlerde usul ittihaz edilmiş ve müridin şeyhe intisâbını ifâde eden bu hareket «el almak» tabiriyle isimlendirilmiştir.

  • (Bâğın ağaçları, her taraftan ayaklarına altın getiren sulardan himmet umar, bağış bekler.)

     Sonbahar, yağışı bol bir mevsimdir. Bu sebeple, hâsıl olan su birikintileri küçük ırmaklar halinde, ağaç diplerinde akıp git­mekte, bu esnâda da dökülmüş sarı yaprakları sürüklemektedir. Bâkî, renk bakımından bu yaprakları, altın telakki ediyor. Yok­sul ağaçlar sudan bağış dilemekte, bu servetten pay istemekteler. Bu tablo, maddi zenginlik cihetinden devrine uygundur. Diğer taraftan himmet kelimesi, tasavvuf terimlerindendir. Burada su­yun mürşid mevkiine konulduğunu ve sâlikleri temsil eden ağaç­ların ondan feyiz istediklerini görmekteyiz..

  • (Yaprağından, meyvesinden kurtulmuş, fidan, bahçede, saba rüzgarı ile salınsın, dursun)..

     Bâr, hem yük hem meyve manâlarını taşır. Yaprağından kurtulan fidan, ’bâr’ın ilk manâsı ile, yükten kurtulmanın ferah­lığını duyuyor; sabah rüzgârı ile nazlı nazlı salınıyor. Ancak sabâ, Türk müziğinin bir makâmmın da ismidir. Bu makam, yürekler parçalayıcı, gönüller yakıcı bir hüzün, elem, ve pişmanlık duygu­sunu ifâde eder. Bâkî, çok zaman yaptığı gibi kelimenin bu ikinci mânâsını da kastediyorsa, o zaman, beyit, yeniden izâha muhtaç hâle gelir. Bu sefer, sabâ makâmının telkin ettiği hüzünle, yapra­ğım yitirmiş fidânın, üzüntüsünü ifâde için sallandığını söyle­mek durumunda kalırız. Gazele sonbahar hüznü hâkim olduğu­na göre bu ikinci tevil, bize daha uygun geliyor.

  • (Bâkî, bahçede yapraklar hayli perişan olmuş; zannımca rüzgardan bir şikâyetleri var).

     Ordan oraya savrulan yapraklar kendilerini döken ve bu hâle getiren rüzgardan âdetâ şikâyet etmektedirler. «Rüzgâr» aynı zamanda, zaman manâsındadır. Aslında yaprakları döken sonbahar, daha doğrusu geçen zamandır. O halde yapraklar da akıp giden zamandan şikâyet, etmektedir. «Varak» da tevriyeli kullanılmıştır. Zirâ onun ikinci manâsı «kağıt» tır. Âdetâ yaprak­lar birer şikâyet dilekçesini andırmaktadır. Bu ifâdeden, şâirin de devrinden şikâyetçi olduğunu düşünmek mümkün.

                                              IV

  • Hem kadeh hem bâde hem bir şûh sâkîdîr gönül
  • Ehl-i aşkın hâsılı sâhih - mezâkıdır gönül
  • Bir nefes dîdâr için bin cân fedâ etsem nola
  • Nice demlerdir esîr-i iştiyâkıdır gönül
  • Dildedir mihrin ko hâk olsun yolunda cân u ten
  • Ben ölürsem âlem-i manîde bâkîdir gönül
  • Zerredir ammâ ki tâb-ı âfitâb-ı aşk ile
  • Rüzgârın şemse-i tâk u revâkıdır gönül
  • Etse Nef’î nola ger gönlüyle dâim bezm-i hâs
  • Hem kadeh hem bâde hem bir şûh sâkîdir gönül

                                                                        NEF’l

  • (Gönül hem kadeh, hem şarap, hem de işveli bir sâkîdir. Kısacası, gönül aşk ehli içinde zevk sahibidir.)

     Beyit, fizik ve metafizik açıdan iki türlü yorumlanmaya mü- sâittir. Maddi manâda bir işret meclisi için asgari üç unsur la­zımdır. Bunlar; şarap, kadeh ve sâkidir. Bu üç unsurla, meclisin zevki tamam olur. Ancak, şâir, bunların her üçünü kendi gönlün­de bulduğunu ifâde ediyor. Bu ne demektir? Bilindiği gibi Divân şiirinin mecâz dünyâsında; kadeh mürid, şarap aşk ve sâki ise bağlılarına aşk şarabı dağıtan mürşiddir. Bu suretle, müridde, hâl vücudâ, gelir. Demek ki, tasavvuf i bir cemiyet için dahi bu üç unsur lazımdır. Maddi manâda tatmin, evvelki üç unsurla ger­çekleştiği gibi, manevî tatmin de sonraki şartlara tabidir. Ancak, Nef’î, gönül itminânı için gerekli bu unsurları yine bizzat kendi gönlünde bulduğunu, dolayısıyla onlara ihtiyaç duymadığmı bil­diriyor. Tasavvufta mertebe kat etmek için mürşid bir vasıtadır. Ancak Üveysî - meşreb bazı mutasavvıflar bu vesileden vâreste olarak Tanrıya ulaşmaya çalışmışlardır. Acaba şâir de bu beyti böyle bir hâlet-i rûhiye ile mi söylemiştir, bunu kestirmek zordur. Ancak beyti şu manadâ anlamak zannımızca daha makuldur: Yu­karıda sayılan unsurların Tanrıya ulaşmak için birer vasıta oldu­ğunu söylemiştik. Gayesi hâsıl olarak gönlü Hak tecellilerine mazhar olan sâlik, artık mezkur vâsıtalara ihtiyaç duymaz. Al­mak mahallinden çıkar, vermek makâmma erer. Bir benzetişle ışığı kendinden olan bir güneş hâline gelir. Artık güzellik, tecelli mazharı olan sâlikin kendi gönlündedir. Bu sebeple, mutluluğu kendi gönlünde bulur, dış sebeplerden kurtulur. O, bu hâlin zevk ve salası içinde yalnız kalmak, kendi hâlini yaşamak ister. Leylâ ve Mecnun hikâyesinde Fuzulî, bu hâli pek güzel ifâde eder. Mec­nun, kendi kendisinin hem âşığı hem maşuğudur. Bu yüzden Leyla’nın varlığına tahammül edemez. Bu derece, ehl-i dil tabi­riyle açıklanan sâliklerin ereceği en makbul derecedir. Nef’î, bu sebeple gönlünü zevk sâhibi, olarak tavsif ediyor. Sayılan diğer -unsurlarla beraber, ehl-i aşk ve sâhib- mezâk tabirleri de tasav­vufa âit ıstılahlardır.

  • (Sevgilinin yüzünü bir an görmek için bin cân fedâ et­sem hayret edilmemelidir. Zirâ gönül, çok zamandır ki onun has­retiyle yanıp tutuşmaktadır.)

     Dîdâr, sevgili yüzü ve beyte göre- Cemalullah’tır. İlâhî di- dârın dünyâda görülmesi ancak, onun gönülde tecellisi ile müm­kündür. Bu tecelli ise uzun çilelerin, nefis mücâhedelerinin sonun­da hâsıl olabilir. Bu itibârla «ölmeden evvel ölmek« espirisine uy­gun olarak bir çok kere ölmeğe bedeldir. Ancak, gönül, o tecelli­ye müştak olduğu cihetle bütün bunları göze almıştır. Tanrının gönüldeki tecellisi, ancak bir anlıktır; tıpkı Tur’daki tecelli gibi. Bu sebeple şâir, o mülâkatı «bir nefes» olarak tavsif ediyor. An­cak, an manâsına bu kelimenin seçilmesi tesâdüfi değildir. Zirâ nefes, aynı zamanda mürşidin müridi olgunlaştırma vâsıtaların­dan biridir. Bu kelime «an» manası ile ikinci mısradaki dem keli­mesiyle de irtibâtlıdır. Kezâ, cân ve nefes kelimeleri, yan yana gelince Hz. İsâ’nm nefesiyle ölülere cân vermesi hâtıra geliyor. Dem kelimesi de diğer manasıyla kandır. Bu itibarla «cân fedâ et­mek» le irtibâtı ortadadır. Sevgili, âşığın efendisidir. Dolayısıyla âşık da bir köle mertebesindedir ki, bu husus «esir» kelimesi ile ifâde edilmiştir.

  • (Sevgin gönüldedir; bırak cân ve ten yolunda toprak ol­sun. Ben ölsem de değil mi ki, manâ âleminde gönül ölümsüzdür gam değil.)

Âşık sevgili için ölümü göze almıştır; . ölüm ise ayrılık de­mektir. Asıl korkulacak şey ölüm değil ayrılıktır; Halk şâirinin: «Ölüm Allah’ın emri, ayrılık olmasaydı» dediği gibi. Ancak, şâire göre, bundan da korkmak yersizdir. Zirâ, ölmekle, ancak cân ve ten toprak olacaktır; sevgili aşkı ile dolu olan gönül ise, manâ âleminde yaşamaya devâm edecektir. Dolayısıyla, onun için ayrı­lık söz konusu değildir. Eskiler, insanda, nebâtî, hayvânî ve insâ- nî olmak üzre üç türlü canlılık olduğunu ve bunlardan ilk ikisi­nin ölümle yok olacağını, «insânî cân»m yahut rûhun ise, inanç esâslarımıza bağlı olarak, ebedi kalacağını söylerler ki, bu hu­sus Yunus’un. «Ölen hayvan durur insanlar ölmez», mısraı ile ifâde edilmiştir. Ölümsüz olan Tanrının tecellisine mazhar olan gönül de,, ölümsüzleşmiştir. Gönül, aslında kalb dediğimiz cismâni uz­vun manevî tezâhürlerini ifâde eder ki, Tanrı sevgisi de bunlar cümlesindendir. Diğer taraftan -yukarıda ifâde edildiği üzre- in­sandan geriye kalacak şey ruhtur. Sevmek de, ruhun hassaların- dandır. O halde, beyitte, ruh ve gönülün aynileştirildiğini söyle­mek mümkündür. Neticede, ölümle hâkden gelen hâke, pâkden gelen pâke, yani ten toprağa, gönül (ruh) ise vatanı olan manâ âlemine dönecektir.

  • (Gönül zerredir; ancak aşk güneşinin ışığı ile zamâne- nin tâk ve revâkmın şemsesi gibidir.)

Kalbin bütün fonksiyonlarının süveydâ denilen siyah bir noktacıkta toplandığına inanılır. Dolayısıyla bu manâda gönül bir nokta, yahut zerreden ibâret pek küçük bir şeydir. Ancak, onun kıymeti, bu cirmi ile ölçülemeyecek kadar büyüktür. Şâir, burada, bu zerre ile madde âlemindeki -o zaman için- en büyük varlık olan güneşi mukâyese ediyor. Gönül, aşk güneşinden ışık almaktadır. Bu sûretle, âdetâ bu gök kubbesinin gerçek güneşi odur. Beyti iyi anlamak için burada bazı hususları açıklamak ge*- rekiyor. «Şemse» müdevver bir şekil olup eskiden bilhassa cild ka­paklarını süslemekte kullanılmakta idi. Tezyinat unsurlarından olan bu şekle şemse denmesi muhtemelen onun güneşe benzeme- sindendir. Aynı şekil mimâride de kemer ve revâkların cephesin­de kullanılırdı. Şâir gök kubbesini bu tür mimâri esere, güneşi de onun süsü olan şemseye benzetiyor. (Burada rûzigâr kelimesinin âlem mânâsıyla kullanıldığına dikkat etmelidir). Ancak, ona gö­re, bu gök kubbesinin şemsesi, güneş değil, bir zerre olan gönül­dür. Buna sebep de onun, ışığım aşk güneşi yani Allahtan alma­sıdır. Gönül, İlâhî nurun tecelli yeridir, nûr ise, ışık ile aynı cinstendir. İşte gönüldeki ışık, kesret itibârıyla güneşi aşmaktadır. Süs manasında da, göğün süsü, güneş değil gönüldür. Beyitte asıl anlatılmak istenen, kâinâttaki en değerli varlığın inşân olduğu­dur ki, gönül de -her şeyin kendisi için yaratüdığı- inşânın manâ tarafından kinâyedir. Bir evvelki beyitte geçen mihr kelimesi gü­neş manası ile bu beyitle irtibatlıdır.

  • (Nef’î dâimâ gönlüyle yalnız başına bir zevk meclisi kur­sa, garipsenmesin. Zirâ, gönül; hem kadeh, hem şarap, hem de şuh bir sâkî olmuştur.)

     Bezm-i has, hem yalnız başına olmayı ifâde eder-ki şâir ger­çekten gönlüyle yalnız başmadır- hem de bütün mensuplan ol­gun kimselerden meydana gelen bir meclisi. Böyle bir meclisten hâsıl olacak zevkin yüksek olacağı âşikardır. İşte Nef’î, gönlü­nün kazanmış olduğu manevi kabiliyetler sâyesinde onda, en yük­sek bir mecliste bulnmayacak zevki, neşeyi buluyor. Bu itibarla da gönlüyle başbaşa kalmayı tercih ediyor. Bu beytin manâsıyla il­gili olduğu cihetle ük beyitte verilen izâhatı kâfi görüyoruz.

     Bu gazel Nef’înin Türkçe Divânı’ndaki konusu tasavvuf olan nâdir şiirlerindendir.

                                V

  • Tâze hırâma gelmiş ol şûh*ı nev-resîde
  • Tâvus-ı cennet olsun ser-tâ-be-pây dîde
  • Bî-mevc-i şûriş olmaz âsâyişi cihânın
  • Deryâ tü’ıffün eyler oldukça âremide
  • Her nâ-kabûle etmez zahm-ı sitem teveccüh
  • Görmez cefâ-yı süzen kâlâ-yı iıâ-derîde
  • Nev-müselmân aceb mi takvâ-fürûş olsa
  • Eyler füzûn perestiş gılmân-ı nev-harîde
  • Her seng-dil hevâ-yı kadünle nâziş eyler
  • Pîşânî-i nigine revnak verir keşîde
  • Mahv ol ki zahir olsun hâsiyet-i vücûdun
  • Virmez neşât-ı hâtır sahbâ-yı nâ-keşîde
  • Peygûle-i kanâat Nâbî güzel mahaldir
  • Hayfâ ki yokdur anda efrâd-ı âferîde

                                                    NÂBÎ


  • (O yeni yetme işveli dilber yürümeye henüz başlamış; cennet tavusu baştan ayağa göz olsun (da onu seyretsin.)

     Divân. edebiyâtmda makbul sevgili tipi yeni yetme olanıdır. Nitekim Nedim, övdüğü sevgiliye :

Sen böyle soğuk yerde niçin yatar uyursun
Billah döğer dur hele dâyen seni görsün

Dahi küçüceksin yalınız yatma üşürsün
Serd oldu hevâ çıkma koyundan kuzucağım

tavsiyesinde bulunurken bu hususu birâz mizâhi şekilde ortaya koyuyor. Ancak Nâbi, bu beyitte daha da ileri giderek, önümüze çıtı pıtı yürüyen bir sevgili çıkarıyor. Onun yalpalayarak yürü­mesi, tavusun yürüyüşünü andırmaktadır. Şâir, güzelliği ile ma­ruf olmakla berâber, yürüyüşü çirkin olan tavusa, sevgiliyi salı­narak yürürken seyretmesini, dolayısıyla onu örnek almasını tav­siye ediyor. «Baştan aşağı göz olmak», dikkat kesilmek demektir; fakat bu ifâdeyle aynı zamanda tavusun şekli de imâ edilmekte­dir. Bilindiği gibi bu kuşun tüyleri üzerinde göze benzeyen, şekil­ler vardır. Bu husus, hüsn-i talil ile tavusun, dikkat ve hased ile baştan aşağı göz kesilmesi şeklinde yorumlanıyor. «Tâze hıram» ibâresindeki tâze lafzının aynı zamanda yeni yetişen sevgüinin bir sıfatı olduğuna dikkat etmeli.

  • (Kargaşa dalgaları olmadan dünyâ düzene girmez; nite­kim, deniz durgun kalırsa kokuşur.)

     Dünyâda sonu gelmeyen hâdiseler dalgalara benzetilmiş. An­cak şâir bunu, sükûna ermek için bir merhâle olarak görüyor. De­niz uzun süre durgun kalırsa, toplanan çer çöpten dolayı kokma­ya başlar. Bir fırtına kopmalı ki dalgalar denizi temizlesin, kok­mayı önlesin. Bu cihetle dünyâda da bu hay u huy tabii ve gerek­lidir. Şûr, kargaşa manâsı yanında «tuzlu» demektir ki bu ma­nâsı ile denizle tenâsüp teşkil eder.

  • (Sitem yarası her kabiliyetsize iltifat etmez (onda bu­lunmaz) ; nitekim yırtılmamış kumaş, iğne cefâsına uğramaz.)

     Sevgilinin sitemi de âşığı için bir ütifâttır. Asıl talihsizlik, si­temden dahi mahrum kalmaktır. Maşuk, kendisini sevenler ara­sında ancak değer verdiklerine sitem eder, o cihetle bu, bir tevec­cüh, bir kayırılmadır. Beri taraftan sitem, ok yahut hançere ben, zer. Nasıl ki, yırtılmayan kumaş iğne ile dikilmez ise, aşk ile ya­ralanmayan kimseye de iğneye mukabil gelen sitem oku atılmaz. İğne, kumaşı hem yaralamakta hem de dikmektedir; sitem de ay­nı şekilde bir yandan yara açarken diğer taraftan âşık için şifâdır, gönül hoşluğudur. Beyitte iğne, yırtık, kumaş vs. aynı konu­ya âit kelime kadrosunu teşkil eder. Unsurların mütekâbiliyeti açısından mısralar arasında leff ü neşr vardır.

  • (Yeni müslümanlığa soyunan, takvâ satsa şaşılır mı? Ni­tekim yeni satın alınmış oğlan köle de -kendini beğendirmek için- pek çok hüner arz eder).

      Yeni müslüman olan yahut, sonradan dine sarılanlar, bu ko­nuda herkesten fazla gayretkeş kesilir, çok önceden beri bu işin içinde olanları beğenmez olurlar. İşte Nâbî, bu pisikolojik hâli ya­kalamış ve yine benzeri bir hâdiseye benzetmiştir. Yeni satın alın­mış köle de sahibinin hoşuna gitmek için saygı göstermede pek ileri gider, dalkavukluk eder. Yeni müslümanın aslında bu kabil­den, samimi olmayan bir gayret gösterdiği «takvâ-fürûş» tabiriy­le ifâde edilmiş. Beyitte bir takım kelime oyunları, tevriyeler de yapılmıştır. Meselâ «perestiş» tapınma manâsına da gelir ki, di­ğer dinî tabirlerle uyum teşkil eder. Kezâ, aslında cennette hiz­metle vazifeli oğlan, demek olan «gılmân», kullanılışta köle ve ba- zan erkek sevgiliyi ifâde eder. «Harîde» ise ikinci manâsıyla «kız- oğlan kız» dır ki, gılmanın bu ikinci manâsıyla olan irtibâtı mey­dandadır. Biri satma, biri satın alma demek olan «fürûş» ve «ha- ride» kelimelerinin de bir arada kullanıldığına dikkat çekelim.

  • (Her taş gönüllü, boyunun övüncüyle nazlanır durur; elhak keşide süsü de mührün alnına bir güzellik verir.)

     Sevgili âşığa acımadığı için «seng-dil», yani taş gönüllüdür. Onun nâz sebeplerinden biri de uzun boyudur. Diğer taraftan eskiden mühür de taştan yapılır ve süs olmak üzere bir keşîde (bazı harflerin kuyruklarının uzatılması) çekilirdi. Sevgilinin kalbini -taş olması bakımından- mühüre benzeten şâir, kezâ övü­nüp durduğu uzun boyunu da, bu mührü süsleyen bir keşîde te­lakki ediyor. Nitekim eskiler uzun boylulara «keşîde-kâmet» der­lerdi. Kalbin mühüre benzetilişinde, sevgilinin kâfir olması bakı­mından, Bakara Sûresinde geçen «Allah onların kalblerini mühürlemiştir» (1/2) ibâresi hatıra geliyor. «Pişânî» lafzından sev­gili yüzünün de mühüre benzemesi akla gelir.

  • (Kendi varlığından geç ki, varlığının özellikleri ortaya çıksın; nitekim içilmeyen kadeh insana gönül hoşluğu vermez.)

     İnsan bedeni, kadehe benzetilmiştir. Bâdede inşâna haz veren çeşitli hassalar olmakla berâber, bunlar ancak onun içilmesiyle hâsıl olur. Bu sûretle, zâhiren yok olan içki, özellikleri, insana ver­diği hazlarla yeniden var olur. İşte buna benzer şekilde, insan da bedeni varlık cihetinden yok olmadıkça varlığında gizli olan haz verici hakikatleri keşfedemez. Zirâ cismânî varlık zayıfladıkça, rûhi kâbiliyetler inkişâf imkânına kavuşur. Bu cihetle mutasav­vıfları^ ve bazı diğer din sâliklerinin ruhu olgunlaştırmak için bir vasıta olarak bedeni muhtelif çilelere maruz bıraktıkları gö­rülür. Tasavvufta ilk merhale, «nefy» yani kendi varlığı dâhil bütün varlığı inkârdır ki, bunu daha sonra «isbş,t» takip eder. Aynı hâdise, kısaca «lâ» ve «illâ» tabirleri ile de ifâde edilir. Vü- cûd kelimesi, hem varlık hem de beden manâları taşır ki, burada her iki manâsı da lüzumlu olacak şekilde kullanılmıştır.

  • (Nâbî, kanâat köşesi güzel bir yerdir amma, ne yazık ki, orada hiç kimseye rastlanmaz.)

     Bulunduğu hâle râzı olma, en büyük zenginliktir. Nitekim bir hadis-i şerifte, «Kanâat, tükenmez bir hazinedir» denmekte­dir, Ancak insanların hiç biri, hâline hanâat etmediği için bu gü­zel makam boş kalmıştır. Muhtemelen verdiğimiz hadisi hatırla­yan şâir, kendisi dâhil, kanâat gösteremedikleri için insanlara acıyor.