Yunus'u anmak, 700 yıl öncesini yaşamaktır. 700 yıl önce, üzerinde yaşadığımız bu topraklarda artık Türk nüfusu çoğunluktadır. Anadolu yer yer kesif Türkmen topluluklarıyla doldurulmuştur. Koskoca bir yurt artık Oğuzların yurdu olmuş, 1300'lere doğru Anadolu, dünya tarihinin en büyük devletini kuracak Türk nüfusu kesafetine ulaşmıştır. Büyük Selçuklu devletinin bir kolu olan Anadolu Selçukluları, Haçlı saldırılarına karşı tarihî vazifelerini tamamlamış olarak inkıraz etmekte, yerini yepyeni ve taze bir kuvvete bırakmaktadır. 1243 Kösedağ savaşından sonraki İlhanlı hâkimiyeti sırasında birçok Türk beyliği istiklâlini ilân etmekte, asıl mühimi, bu siyasî istiklâller, Türk dil ve kültürünün de istiklâlini artlarından getirmektedir. Beylerin himayesindeki birçok Türk sanatçısı, Anadolu Türkçesinin ilk ürünlerini vermektedirler. Şeyyad Hamza, Ahmet Fakih, Hoca Dehhânî, Sultan Veled ve Gülşehrî yanında Yunus Emre hepsinin üstünde 13.-14. yüzyıl Türk edebiyatının şaheserlerini Türk milletinin hafızasına kazımaktadır. En kesif Türkmen topluluklarının bulunduğu Sakarya yörelerinden olması onun nasıl katıksız bir Türk olduğunu göstermektedir. Bütün Anadolu'yu, Şam'ı ve Yukarı İlleri (Azerbaycan'ı) dolaşmış; daha sağlığında halkın gönlüne yerleşmiştir. Çünkü Türk halkının konuştuğu dille yazmış, onun hayatını, hayat felsefesini, onun ruhunu yansıtmıştır. Onun inançlarını onun diliyle vermiştir. En müphem, en karmaşık konuları en çok bilinen kelime ve tabirlerle, en mükemmel şekilde ifade etmiştir. Tasavvufun esası ol an vahdet-i vücud felsefesini Yunus'un şu mısralarından daha mükemmel ve daha anlaşılır şekilde Türkçeyle ifade etmek mümkün müdür?
Beni bende demen, ben bende değilem
Bir ben vardır bende, benden içerü.
Yahut:
Ete kemiğe büründüm
Yunus deyü göründüm.
Bizim vahdet-i vücud, batılıların panteizm dedikleri Tanrının tabiatta ve bütün yaratılmışlarda tecellisini en özlü bir şekilde anlatan bu şiirlerden ikincisi, rivayete göre Mevlânâ'nın Mesnevisine karşılık söylenmiştir. Yunus, Mevlâna'ya Mesnevisini kastederek:
-Uzun yazmışsın, ben olsam:
"Ete kemiğe büründüm, Yunus deyü göründüm" derdim, olur biterdi, demiş.
Bu rivayetin aslı elbette ki yoktur. Fakat psiko-sosyal bir gerçeği vardır ki o da Türk halkının Yunus'u Mevlânâ'dan üstün tuttuğu yahut ona tercih ettiğidir.
Mevlânâ'nın Yunus için "Menâzil-i ilâhiyeden her hangisine sür'at idüp gittüm ise bir Türkmen kocasının izin önümde buldum ve anı güzer idemedüm" dediği rivayetinin altında da yine bu psiko-sosyal gerçek yatmaktadır.
Yunus hem aruzla hem heceyle yazmıştır. Muhakkak ki şiirlerinin çoğu ve bilhassa Türk halkının gönlünde yer edenleri heceyle ve dörtlüklerle yazılmış olanlarıdır. Fakat Yunus aruzla yazdığı şiirlerle aruza da fevkalâde tasarruf edebildiğini göstermiştir.
Meselâ, fâilâtün / fâilâtün / fâilâtün / fâilün vezniyle yazılmış şu gazel Türkçenin aruza ne güzel bir tatbikidir!...
Şol benim gönlüm dâim o şahı gözedür
0l nişansızdur nişan ol bî-nişânı gözedür
Merhem urdu hâcemün sevdası bağrım başına
Bu ne merhemdür acep kim tatlu canı gözedür
Vay anun derdi elinden cigerüm kanla pişer
Gözlerümden yaş akar âb-ı revanı gözedür
Maşukun sevdasına düşdü gönül seyrân ider
Gâh iner yer yüzüne gâh asumanı gözedür
Katralar bahr oluban hayrân-ı mest oldu bu can
Resm-i can çıkdı mekândan lâ-mekânı gözedür
Bu hakikat Yûnusu gör can ü baş meydandadur
Bu fena terkin uruban câvidanı gözedür
Okuduğumuz gazelde fazlaca göze çarpan imaleler Yûnusun yaşadığı devir ve parçanın sadeliği göz önünde tutulursa hiç de fazla bir kusur değildir. Çünkü Türk şiiri az imaleli bir aruza ancak 16. yüzyılda ulaşabilmiştir. O da, Bakî gibi şiirleri daha çok dış bakımdan mükemmel şairlerdedir. Yoksa yine 16. yüzyıl şairlerinden olan Hayalî gibi, Fuzûlî gibi lirik şairlerde bol sayıda imaleye rastlanır. Fuzûlî gibi, Yunus gibi lirik ve daha çok halka dönük şairler aruzun bağlayıcı kaidelerine fazla ehemmiyet vermezler. Yunus heceyle yazdığı şiirlerde bile aynı ehemmiyet vermezlik içindedir. Ama onların bu kayıtsızlığı şiirlerin değerini düşürmemiş, bilâkis bugünkü serbest vezinli şiirin sağladığı serbestlik gibi, duyduklarını kolayca şiire geçirivererek bir lirizm, canlılık ve coşkunluk elde etmelerine sebep olmuştur. Yunus'un aruzla yazdığı şiirlerin asıl ehemmiyetli yanı emsallerinin ilk örneklerinden olmalarıdır. Âdeta o, bundan sonraki Türkçeye aruzun yolunu açmıştır.
Yûnus’un aruzla yazdığı birçok gazelinin yanında Risâletü'n-Nushiyye adlı bir de mesnevisi vardır. 573 beyitten ibaret olan bu mesnevi 1307'de yazılmıştır.
Risâletü'n-Nushiyye'nin fâilâtün fâilâtün fâilün vezninde olan 13 beyitlik başlangıç kısmı anâsır-ı erbaadan (toprak, su, hava ve ateş) söz eder. Fî târifi'l-akl başlığı altında aklın çeşitli durumlarından söz eden mensur bir kısımdan sonra da mafâîlün mefâîlün feûlün vezniyle asıl esere geçer ve ele aldığı konuları şu beş bölümde inceler.
Dâstân-ı Ruh ve Nefs
Dâstân-ı Kanâat
Dâstân-ı Boşu (Gazap)
Der-beyân-ı hâlât-ı buhl (cimrilik)
Dâstân-ı akl.
Eser, konu başlıklarından da anlaşılacağı gibi belli başlı dinî ve tasavvufî temaları işleyen didaktik bir eserdir.
Yunus’un üzerinde durmamız gereken asıl şiirleri, yüzyılların ötesinden zamanımıza akıp gelen heceyle yazılmış şiirleridir. Umumiyetle koşma tarzında yazdığı hece şiirlerinde en çok 4+3 ve 4+4'lü hece vezinlerini kullanmıştır. Bununla beraber 11, 14 ve 16’lı hece şiirleri de vardır. Fakat onun en çarpıcı yanı pek kısa mısralara uzun izahlar isteyen fikirleri sıkıştırıvermesidir.
Şu mısralara kulak verelim:
Cennet cennet dedikleri
Birkaç köşkle birkaç huri
İsteyene ver anları
Bana seni gerek seni
* * *
Ballar balını buldum
Kovanım yağma olsun
Elif okuduk ötürü
Pazar eyledik götürü
Yaradılmışı severiz
Yaradandan ötürü
Her kancanı bakar isem
Gördüğüm seni sanayım.
Tanrının tecellisini, tanrı aşkını, yaradılmışlara sevgi gözüyle bakmayı daha özlü nasıl ifade edebilirdik?...
Bakın bir garibin ölümü ne kadar keskin çizgilerle, ne kadar çarpıcı bir şekilde veriliyor. Şu dörtlüğü okuyup da garipleşmemenin imkânı var mıdır?
Bir garip ölmüş diyeler,
Üç günden sonra duyalar,
Soğuk su ile yuyalar
Şöyle garip bencileyin.
Yunus'un şiirlerinde umumiyetle yarım kafiye göze çarpar. Hatta bazen kafiyeyi sağlayan bu tek sesin bile değiştiğini görürüz.
Meselâ bir mezarı tasvir eden şu dörtlükteki kafiyelere dikkat edelim:
Ne kapı vardır giresi
Ne yemek vardır yiyesi
Ne ışık vardır göresi
Dün olmuştur gündüzleri.
Kafiyeli sesler girmek ve görmek’teki sesleridir. Fakat ikinci mısrada bu r'ye karşılık y sesi bulunmaktadır. Ve muhakkak ki bu y sesi de r sesiyle birlikte kafiyedir. Çünkü r ile y'nin mahreçleri birbirine yakındır ki daha yeni konuşmaya başlayan çocuklar çok defa r yerine y söylerler. Ayrıca dörtlükteki çok zengin redif, bu farkı bile bize hissettirmemektedir.
Aynı şekilde değişik seslerle yapılan birçok kafiyeler vardır. Bunlardan birkaçını şöyle sıralayabiliriz:
l ile n
Aşkın oduna yandığım
Ağlamak oldu güldüğüm
Dost sana zarı kıldığım
Münkirlere savaş gelir.
* * *
Nice bu derd ile yanam
Ecel ere, bir gün ölem
Meğer ki sinimde bulam
Şöyle garip bencileyin
ç ile ş
Ben benliğimden geçtim
Gözüm hicabın açtım
Dost vaslına eriştim
Gümanım yağma olsun.
* * *
Gör ne yuvadan uçtum
Bu halka razım açtım
Aşk tuzağına düştüm
Tutuldum ele geldim.
l ile r
Ya elim al kaldır beni
Ya vaslına erdir beni
Çok ağlattın güldür beni
Gel gör beni aşk neyledi.
Görüldüğü gibi değişik seslerden yapılmış olan bu kafiyeler asla kulağı tırmalamayacak olan birbirine yakın seslerden örülmüşlerdir. Zaten bugüne kadar devam eden Türk halk şiirinde de benzer seslerden kafiye yapmakta hiç tereddüt edilmemiştir. Çünkü durum Türk dilinin yapısına uygundur. Yarım kafiye de, aşağı yukarı millî kafiyemiz sayılabilir. Türk halk şiirinde Türk dilinin yapısına da uyduğu için umumiyetle bu kafiye kullanılmıştır. Ayrıca yarım kafiyenin diğerlerinden üstün yanı da vardır. Tam ve zengin kafiyenin redifi andıran monotonluğu yanında yarım kafiye şiire bir çeşitlilik, bir hareket kazandırır. Üstelik serbest ve kolay bir söyleyiş temin eder.
Bu değişik sesli ve yarım kafiyelerin yanında Yunus'ta tam ve zengin kafiyelere de oldukça sık rastlanır. Bunun için şu dörtlükleri takip edelim:
Şükür gördüm dîdârını
İçtim visalin yârini
Bu benlik senlik sarını
Terkini uram, yürüyem.
Yûnusdur aşk âvâresi,
Bîçâreler bîçâresi,
Sendedür derdim çâresi,
Dermanım soram yürüyem.
Bazen de Yunus'ta bir kafiyeler cümbüşüne rastlarız. İsmail Habib'in dediği gibi Yunus "heceli şiirlerine bile gizli bir aruz sindirmeyi bilmiş, hem de on heceli bir mısrada musammat yaparak mısraları ikiye bölmek suretiyle o küçücük beyitlere üçer kafiye yerleştirmek zenginliğini göstermiştir":
Edelim cevlân, kılalım seyran
Mest olup hayran, şeyh eşiğinde.
Bıraktım ârı, istedim yârı
Kestim zünnârı, şeyh eşiğinde.
Aldım himmeti, geçtim zulmeti
İçtim hayati, şeyh eşiğinde.
Gözlüyüm gözlü, hem şeker sözlü,
Gizliyim gizli, şeyh eşiğinde.
Yûnusum elhak, dîdâre müştak
Âşıkım uşşak, şeyh eşiğinde.
Söz sadeliği ve mana zenginliği yanında Yunus, divan edebiyatının çeşitli mazmunlarını ve birçok edebî sanatı bol bol kullanmıştır. Bu san'at ve mazmunları da gene en sade bir anlatım içinde vermesini bilmiştir. Meselâ yukarıda okuduğumuz şiirin ikinci beyti tamamen dîvân edebiyatı mazmunlarıyla örülüdür.
Yunus:
"Bıraktım ârı, istedim yârı
Kestim zünnârı, şeyh eşiğinde"
derken elbette yâr ile Tanrı'yı kastediyordu. Tanrı'yı arayan dervişlerin utanmayı bırakması bütün mutasavvıf şairlerde görülür. Nitekim Fuzûlî de;
"Fuzûlî rind ü şeydâdır, hemîşe halka rüsvâdır,
Sorun kim bu ne sevdadır, bu sevdadan usanmaz mı?"
derken aynı mazmunu kullanmaktadır. Papazların bellerine taktıkları kara kuşak demek olan zünnâr ise bütün dîvân edebiyatında ortak bir mazmundur.
Şu dörtlükte ise Yûnus fevkalâde bir tezat yaparak meramını anlatmaktadır:
Sen sultansın ben kulum
Sen gülsen ben bülbülüm
Hükmün âleme yeter
Ne kim var kul üstüne.
Şu dörtlükte ise tenasüp vardır:
Gülün bülbül olur yâri
Anınçün kılmakta zâri
Gülistandur anın yeri
Makam olmaz ana bağlar.
İnsan ömrünü yel esmesine benzeten şu teşbihli dörtlük, mutasavvıfların hayat görüşünü en keskin çizgilerle vermektedir:
Geldi geçti ömrüm benim
Şol yel esip geçmiş gibi
Hele bana şöyle gelir:
Şol göz yumup açmış gibi.
Şu teşbihteki orijinallik ise ancak dâhi bir sanatkârda bulunabilir.
Bu dünyada bir nesneye
Yanar içim, göynür özüm:
Yiğit iken ölenlere
Gök ekini biçmiş gibi.
Şu dörtlükte bir teşbih cümbüşü vardır:
Gâh eserim yeller gibi,
Gâh tozarım yollar gibi,
Gâh akarım seller gibi,
Gel gör beni aşk neyledi.
Şimdi okuyacağımız dörtlükte ise asla bir san'at yapma endişesi, zorlaması yok; fakat kendiliğinden gelen bir intak sanatı vardır:
Eğer beni öldüreler,
Külüm göğe savuralar,
Toprağım anda çağıra,
Bana seni gerek seni.
Fevkalâde bir teşbihle gene vahdet-i vücud felsefesi:
Ay oldum âleme doğdum,
Bulut oldum göğe ağdım,
Yağmur olup yere yağdım,
Nur oldum güneşe geldim.
Şu dörtlükte ise Yunus sanki yedi yüz yıl ötede, bugündedir:
Yunus durdu, girdi yola,
Kamu gurbetleri bile
Kendi ciğerim kanıyla,
Vasf-ı hâlim yazar oldum.
Arka arkaya gelen şu iki dörtlükteki teşhis sanatlarına da dokunmadan geçemiyeceğim:
Harami gibi yoluma,
Arkurı inen karlı dağ!
Ben yârimden ayrı düştüm,
Sen yolumu bağlar mısın?
Karlı dağların başında,
Salkım salkım olan bulut!
Saçın çözüp benim gibi,
Yaşın yaşın ağlar mısın?
Örnekleri, Yunus'un şiirlerince çoğaltmak mümkündür. Çünkü Yunus'un hemen her şiirinde böyle çarpıcı dörtlükler, çarpıcı mısralar vardır.
Bizim için Yunus'un en mühim yanı muhakkak ki onun dili, Türkçeyi işleyişidir. Yunus'un tasavvufî fikirleri, hayat görüşü belki bugün tartışılabilir. Bu görüşler zamanıyla ve çevresiyle sınırlandırılabilir. Fakat dili, ulaştığı dil zevki, zaman ve mekânın sınırlarını çoktan aşmış, yüzyılların ötesine damgasını vurmuştur. Alpaslan nasıl Anadolu'da Türk milletine yepyeni bir yurt açmışsa, o da Anadolu'da, Türk diline yepyeni ufuklar açmıştır. Şüphesiz Yunus Anadolu'da Türk dilinin kurucularındandır. Bir milletin dili; genişliği, gelişmişliği, işlenmişliği nispetinde iptidaî olmaktan kurtulmuştur. Bu yüzdendir ki Yunus da; Bilge Kağan, Kâşgarlı Mahmud, Yusuf Has Hâcib, Dede Korkut, Ali Şir Nevâyî, Fuzûlî, Babur Şah ve Yahya Kemal gibi Türk dili ve edebiyatının zirvelerindendir. Bunlar Türk dili ve edebiyatının aslî kaynakları, rönesansımızın Kornerleri, Danteleridirler. Türk san'atçısı bunlara döndüğü gün, Türk rönesansında ilk adım atılmış olacaktır.
Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun
Yunus Emre toplantısında (Erzurum, 1970) yapılmış konuşma.