░   Taşra âlemi... Yani İstanbul'un dışında geçen hayat, ne hoştur! Bunu ancak yaşayan bilir. Bir taraftan eşraf, ulemâ filan! Öbür taraftan memurlar, zâbitler, muallimler... Sonra kasabanın çift, çubuk sahibi yerli ahalisi... Her sınıfın, her zümrenin ayrı kahvesi, ayrı eğlencesi, ayrı zevki vardır. Her sınıfın adamı denilebilecek yegâne adam, kazanın belediye doktorudur. O daima herkesle konuşur, düşer, kalkar. Muallimlerin, memurların, zâbitlerin oturdukları kahvelere girer. Eczane ise eşrafın kulübüdür. Büyük rütbeli memurlar da oraya uğrarlar. Avukat yazıhaneleri de bir dereceye kadar eczaneye benzer.
     Hâsılı taşra, başlı başına gayet hoş bir âlemdir. Yedi, sekiz, belki dokuz sene oluyor, ben de İstanbul'a pek uzak olmayan bir kasabada idâdi muallimi idim. Başlı başına bir âlem olan taşrada, mektep de, başka bir âlemdir. Âdeta âlem içinde bir âlemdir! Programları, gayeleri birbirine zıt; dört, beş mektebin yetiştirdiği yaşlı, genç, zeki, budala, zevzek, sükutî yirmi muhtelif adam: Müdür, müdür yardımcısı, muallimler, muînler... İdare memurları... Evvel zamandan kalma, hani o bir tarafından güneş batarken öbür tarafından doğan eski kocaman imparatorluğumuzun en uzak köşelerinden gelme yatılı talebe... Her ırktan, her cinsten –lisanlarından başka hiçbir şeyleri Türkleşmemiş– bir sürü çocuk... Fakat bu kadar bariz tezatlar arasında o ne samimi ahenktir! Tutucular, geri kafalılar, liberaller, sonra hiçbir belirli mesleği, meşrebi olmayanlar birbirleriyle kardeş gibi geçinirlerdi. Bir matematik öğretmeni vardı ki aşırı derecede açık fikirliydi. Tabiat bilgileri öğretmeni hepimize kara cahil nazarıyla bakıp için için acıyan ciddi bir gençti. Ben edebiyat öğretmeni idim. Fransızca öğretmeni bir Yahudi idi. Nöbetçi olduğu vakitler, gece etütlerinde, çocukların kendisine sorduğu mânâsı bilinmeyen kelimeleri latin harfleriyle cep defterciğine yazar, ertesi günü mânâlarını benden öğrenirdi.
     Bir kere "cezbe-i Rahman" ın ne demek olduğunu zavallıya sormuşlar. İyi anlamamış, defterine "cezve-i Rahman" yazmış. Öğretmenler odasında beni tuttu:
     — Cezve-i Rahman ne demek? dedi.
     — Öyle şey olmaz! Diye güldüm.
     Israr etti. Kendisine soran talebeyi buldurdu. Kitabı açtık. Yanlış anladığı meydana çıkınca bu aramızda bir alay konusu oldu. Biçarenin adı "Cezve-i Rahman" kaldı, gitti.
     Hele Müdür... Ben dünyada bu kadar düzenli, kanunlara bağlı, usule uygun hareket eden bir adam görmedim. Bir kere, astlarını hiçbirisiyle özel münasebette bulunmaz; okul idarecileri dışında, tıpkı bir efsane mâbudu gibi ayrı yaşardı. Aramızda lakabı "Zımnında" (içinde, ekli) idi. Son derece ehemmiyet verdiği kurul toplantısı günleri, odasında toplandığımız vakit hiçbirimize laf söyletmez, hepimize "zımnında, zımnında, zımnında" diye ayrı resmi yazılar yazdırır, herhangi mesele olsa aynı kelimelerle, aynı cümlelerin nihayetine mâhut "zımnında"yı takarak bir şey kaleme aldırınca hallettim sanırdı.
     Arkadaşlarımın içinde en sevdiğim din dersleri hocası Bâhir Efendi idi. Medreseden sonra üniversiteyi de tamamlamıştı. Yaşı elliye yaklaşıyordu. Fikrinde ısrarcı, kelime oyunlarını iyi bilen, açıkgöz, tuhaf, şen bir adamdı. Benimle dostluğuna sebep, eğitim hakkındaki fikirlerimizin bir olmasıydı. Çünkü ben her ne kadar milliyetperver bir liberal isem de eğitimin daima muhafazakârca olması lazım geldiğine inanırım. Toplumsal değişimin yeri okul değil, hayattır. Öğretmenlerin görevi çocuklara, eski hayatın eğitimini sağlam bir şekilde vermektir. O da işte benim gibi düşündüğü için, kurul toplantılarında ikimiz taraftarlarımızla bir kuvvet teşkil eder, liberallere, yeni çağdaş eğitim taraftarlarına ağız açtırmazdık. Bâhir Hoca'nın en beğendiğim şeyleri canlılığı ile "ona göre, o sebeple, öylece" gibi tâbirleri idi. Kavga eder gibi konuşur, kelimelerine sanki yumruk şeklinde vücutlar vermek istiyormuş gibi sağ kolunu –bir Karagöz çevikliğiyle– sallardı. Kusuru yalnız nargilesiydi. Buna o kadar bağımlıydı ki, kahvede, mektepte, günde on tane içmeden yapamazdı. Nargile bu... Cigara filan gibi bir şey değil. Çok yer kaplayan... Müdürden, müfettişlerden gizlemek lazım... Bir gün kahvemizde oturmuş, portatif bir nargile şekli düşünüyorduk. Mesela içildikten sonra üzeri çıkarıldı mı, sürahiye benzesin, lüle cebe girebilsin...
     Bâhir Hoca:
     — Ya marpuç? diyordu.
     — Cübbenin altına, beline sararsın.
     — Kırılır.
     — Fesinin içine çörekle...
     — Sığmaz...
     …
     Böyle konuşurken içeri, belediye doktorunun girdiğini gördük. Bizim yanımıza geldi, selamlaştık. Oturdu. Cuma günü Bektaşî tekkesi'ne gideceklermiş. Kuzu, saz, biraz da mey varmış. Bizi de davet etti. Ben:
     — Gidemeyiz!.. dedim.
     Biz öğretmendik. Öyle sazlı, sözlü, içkili meclislere giremezdik. Doktor ısrar etti: "Siz içmezsiniz. Kulaklarınızı tıkarsınız. Gözlerinizi bağlarsınız." diyordu. Zaten arkadaşlardan birkaçı razı olmuş...
     Bâhir Hoca:
     — Nargilemi götürürseniz gelirim, dedi.
     Doktor:
     — Götürürüz. Hem vallahi ben götürürüm, hocam! diye yemini bastı.
     Ne şen, ne samini ve gösterişten uzak bir delikanlıydı. Adeta kasabanın canlı bir neşesiydi. Hastalar ilacından ziyade onun sözlerinden şifa bulurlardı.
     Cuma günü cümbür cemaat Bektaşî tekkesi'ne gittik. Burası eski mesut zamanlarda taptaze kalmış bir cennetin hayaline benziyordu. Sanki tarih denen fırtınanın rüzgârları bu asırlık çınar ağaçlarının arasından, beyaz münzevî binanın sakin çatısı üstünden hiç geçmemişti. Etrafta setleri olmasa tabii bir göl sanılacak derecede büyük havuz, zümrüt gölgeler içinde, nilüfer rüyalar açmış, uyuyordu. Dervişlerin yaydığı hasırlara yan geldik. Telgrafçı udunu, tapu memuru kanununu aldı. Kemancı Aleko da gelmişti. Saz başladı. Doktor: "Sâki benim!" diye herkese sunuyor, Bâhir Hoca'nın önünde dikilip kalıyordu:
     — İşte benim nargilem var?
     — Bir yudum?
     — Ömrümde bir katre ağzıma almamışım.
     — Bir yudum al, gargara et, sonra tükür.
     — Ne faydası var?
     — Vallahi kötü kokulara iyi gelir.
     …
     Bâhir Hoca, bu gibi meclislerde kara mutaassıp görünmek istemezdi. Ağzına bir kadeh rakı aldı. Fakat doktor hocayı gıdıkladı. Birkaç damla yutturdu. Yuttuğunu inkâr etmekle beraber, bu birkaç damla ona birkaç küp neşesi verdi. Gülüyorduk. Eğleniyorduk. Lâkin kafamız kazan gibiydi! Bu yeşil cennette ardı arası kesilmez bir cehennem gürültüsü vadı: Kocaman havuzun içinde belki bir milyon kurbağa... Avazları çıktığı kadar haykırıyorlardı. O kadar ki, âdeta birbirimizin söylediğini işitemiyorduk.
     Doktor:
     — Vay anasını!...dedi, bunları nasıl susturmalı? Kulaklarımız patlayacak.
     Dervişler:
     — Ne yapsanız susturamazsınız, diyorlardı.
     Bâhir Hoca'dan başka hepimiz kalktık. Çünkü dayanılacak gürültü değildi. Taş, toprak, elimize ne geçtiyse havuza atmaya başladık. Kurbağalar bu saldırımızdan hiddetlenmiş gibi daha beter bağrışmaya koyuldular. Doktor, gazeteler tutuşturdu. Korkup kaçsınlar diye üzerlerine attı. Hayır, hayır... Ne yapsak susmuyorlar daha ziyade azıtıyorlardı. Sazı duymak mümkün değildi.
     İçimizden birisi:
     — Buradan kaçmaktan başka çare yok! Dedi.
     — Nereye gidelim?
     — Havuzun uzağında bir yere...
     Biz böyle göç etme tartışmaları yaparken nargilesinin başında unuttuğumuz Bâhir Hoca'nın:
     — İstersem, ben onları bir anda sustururum, dediğini işittik.
     — Nasıl?
     — Bir nefes ederim.
     — Ey?
     — Hemen susarlar.
     Gürültüden neşemiz kaçmışken, hepimiz yine güldük. Doktor: "Bu kurbağalar yarım başağrısı değil ki, bir nefeste dursunlar; bunlar baş belası!" diyordu. Fakat Bâhir Hoca, yine hiddetlenmiş bir Karagöz saldırganlığı ile yumruğunu sallıyor, hepimizin inançsızlığına sövüp sayıyordu. Onun bağırtısı bir taraftan, bir milyon kurbağanın kopardığı kıyamet bir taraftan... Hâsılı bir curcunadır gidiyordu. Meclisin neşesi kalmamıştı.
     Bâhir Hoca:
     — Herkes yerine otursun, dedi, ben havuzun kenarına gideyim, nefes edeyim. Susmazlarsa yüzüme tükürün...
     — Haydi, haydi öyleyse Hoca...
     — …
     İnanmıyorduk, lâkin "bir alay çıkar" ümidiyle yerlerimize oturduk. Hoca kalktı. Nargilesini eline aldı. Havuzun kenarına gitti. Arkasını bizden tarafa çevirmişti. Sulara doğru üfürdüğünü gördük. Bir dakika geçmedi. Kurbağalar birdenbire susmuşlardı. Koca havuzdan bir çıt bile çıkmıyordu. Şaşırmıştık. O, yumruğunu sıkarak muzafferane döndü, geldi.
     — Ne yaptın Allah aşkına? diyenlere:
     — Görmediniz mi? Gözlerinize de mi itimadınız yok, nefes ettim, cevabını verdi.
     Yarım saat geçince kurbağalar yine ötmeye başladılar. Artık korkmuyorduk. Bâhir Hoca kalkıp havuzun kenarına gidiyor, bir nefeste yine hepsini susturuyordu. Giderken sevgili nargilesini "sarhoşsunuz, kırarsınız" diye bizim yanımızda bırakmıyordu. Akşama kadar eğlendik. Bâhir Hoca'nın nefesine Kemancı Aleko bile inandı. Doktor inanamıyor fakat gözüyle gördüğü neticeyi de inkâr etmek cesaretini gösteremiyordu. Yerli memurlar hayretten rakıya bile devam edememişlerdi. Bektaşi dervişleri dalgın dalgın, nefes sahibine bakıyorlar, kimbilir akıllarından neler geçiriyorlardı.
     Ertesi akşam, kahvede Bâhir Hoca ile yan yana oturmuş İstanbul gazetelerini okuyorduk. Ben okuduğumu anlamıyor, onun Bektaşi tekkesinde kumanda verir gibi kurbağaları nasıl susturduğunu düşünüyordum. Doğrudan doğruya kendisine sorsam eminim ki, yine "Gözlerine de mi itimadın yok! Nefes ettim, kör müydün?" diyecek, beni de kurbağalar gibi susturacaktı. Fakat ben enayi değildim. Ona kafamı kullanarak, ilmî bir pusu kurdum. Evvela gazeteleri bıraktırdım. Gayet tatlı bir psikoloji bahsi açtım. Böyle şeylere çok meraklıydı. Hayvanlarda ruh olmadığını, insandan başka yaratıkların mânâ âleminin dışında, tıpkı bitkiler gibi yaşadıklarını anlatıyordum.
     — Ben de bu fikirdeyim, dedi.
     — Hayır, yalan söylüyorsun, dedim.
     — Vallahi...
     — Hayır, yalan...
     — Ne biliyorsun?
     — Çünkü sen kurbağalara nefes ettin. Demek ki hayvanların mânâ âleminin dışında yaşadıklarını bilmiyorsun.
     Kollarını masanın üzerinden çekti. Arkasına dayandı, durdu. Gözlerime dik dik baktı. Aşağı tükürse sakalı, yukarı tükürse bıyığı idi. Öyle bir vaziyete sokmuştum ki... Kalın kaşlarını çattı:
     — Ben kurbağalara nefes etmedim, dedi.
     — Ya nasıl susturdun onları?
     — ...
     Ağzını açamıyordu. Fena sıkışmıştı. Aklı sıra, ya cahilliği kabul edecek, ya hakikati söyleyecekti.
     — Söyle öyleyse, ne yaptın da, kurbağalar sustular?
     — Şey, canım... Budala mısın? Nefes filan olur mu? Şey ettim...
     — Ne ettin?
     — Nargilenin marpucunu sarkıttım...
     — Ey?
     — Kurbağalar onu yılan sandılar. Hemen dibe kaçtılar.
     …
     Fakat taşra hayatının bir vasfı da sır saklamaktır.
     Bâhir Hoca: "Saf adamların itikatlarını bozmamalı. Onlara ilmî hakikatlerin lüzumu yok. Sakın marpucu kurbağalara gösterdiğimi kimseye söyleme! Varsın, nefes ettim diye bilsinler." dedi.
     Ben, bu sırrı ağzımdan hiç kaçırmadım. Bütün kasaba halkı hocanın nefes kerâmetini işitti. Hatta Bektaşiler de buna şahitti. Doktorun bile şüpheleri yavaş yavaş gevşedi, eridi. Bâhir Hoca'nın bir üfürüşte kurbağaları susturduğundan bahsolunduğu vakit, zavallı boynunu büküp:
     — Dünyada ne kadar bilinmeyen şeyler var. İlmimiz bu bilinmeyenlerin yüz milyonda biri bile değil!.. der, o her vakitki şuh kahkahasını atamazdı...