Rıhtım boyundaki meyhânelerden birinin adıdır bu. Ve, gerçekten de martıya benzer. Yumuk gözleri mavi sonsuzluğa çevrilmiş, mendirekte pinekleyen, ama canı istediği zaman, bir iki gerinmeden sonra kanat çırpıp kuzeye doğru, güneye doğru, batıya veya doğuya doğru uçacak, istediği yöne, istediği kadar uçacak bir martıya benzer.

Burada insanın... ama gece yarısına doğru... rıhtım boşalıp da ışıkların hafif bir sisle donuklaştığı ve içerdekilere düşünmenin, hayâl kurmanın konuşmaktan çok daha tatlı geldiği sıralarda; “Hey martılar” diye bağırası gelir.

Gece yarısına doğru Martı’da lambaların çoğu söndürülmüş, garsonlardan bir veya bilemedin ikisi kalmıştır: çoğu zaman Todori, arada sırada da parlak lâmba veya filozof Vahap.

Todori artık elliyi bir hayli geçmiştir; ama gene de, meyhânede, hepimizin arasında, ince uzun ayaklı bir likör kadehinin büfede duruşu gibi durur; zarif şeydir kâfir. Boy hiç yoksa bir seksen, çubuk gibi bacaklar, kalça dar, bel belli, göğüs ve omuzlar mükemmel. Hele baş! Başı yüksek, alnı, sağlam çenesi ve kır saçları ile göz doldurucu bir şeydir.

Todori’nin aslan gibi iki oğlu, filiz gibi bir kızı ve... bir de karısı vardır. Dert işte buradan, karısından başlar.

Kırk, kırk beşlik madam Todori ikinci gençlik çağını yaşamaktadır: İyi, güzel, acı, tatlı, geçmişte ne varsa hepsini de unutturan, kadını dengesizleştiren, alaya ve küçümsenmeye aldırmazlaştıran, onur ve gururu unutturan, münkir, kör ve deli ikinci gençlik çağını... aşkı bir meyhur susuzluğu, bir melânkoli bekleyişi yapan çağı!

Ve bu arada Todori...

Todori tezgâhın az ilerisindeki boş masaya oturmuş, çenesi elinde, hafifçe kamburlaşmış, dışarıya bakıyordur. Bıkma ve yorulma bilmeden hep öyle.

Gece yarısına doğruydu. Rıhtım boyunda, elektriklerin altında barbut oynayan numarasız hamallardan kimseler yoktu. Belli belirsiz bir rüzgârın estiği sis dalgalarının geçişinden anlaşılabiliyordur. Ve sis ışıkları bütün zerrelerine sindirmişti. Böylece insan, sokak fenerlerini bir tabloda gördüğünü sanıyordur. Şehir, boğuk uğultusuyla Martı için, ancak eski, çok eski yıllar kadar, ama istenmeden hatırlanmış, hatırlanışının sürmesi istenmeyen o yıllar kadar vardır.

Ve ötelerde bir vapur sireni basık ve dost sesiyle, asırlar boyu aralıklarla, ama asla vazgeçmeden, Martı’yı bir masal yolculuğuna çağırıyordu.

Bu saat Martı’nın gerindiği, kanat vurup uçmak istediği saattir: Rıhtıma bakan camları turuncu renkli, iri gözlerde kutuplar belirir, medarlar belirir, okyanuslar, dağ silsileleri, kartpostalları damga yüzü görmemiş şehirler belirir; kısacası, yedi iklim ve beş ırk, ömre hükmeden bir sıla özlemi hâlinde belirir.

Bu saat Martı’nın gerindiği, kanat vurup uçmak istediği saattir; ama Martı kanat vurup uçamaz ki... Martı gidemez ki!

O, işte hep böyle, buraya ve bu hep sızlayan özleme mahkûm, turuncu renkli iri gözleriyle, boş rıhtımda hüzün veren bir sessizlikle akan, kaynaşan sis dalgalarına bakar, durur.

Ve ileriden, sislerin ardından, belki de bir başka denizden, bir vapur sireni, basık ve dost sesiyle, asırlar boyu aralıklarla, fakat asla vazgeçmeden, onu bir masal yolculuğuna çağırır. Martı gidemez, Martı buradan ayrılamaz işte!

Todori... içkisini eski bir ağıt hatırlamak ister gibi içen yaşlı adam... başı tezgâha dayalı kollarının arasında gömülü duran ve artık içmeyen delikanlı! Martı buradan ayrılamaz, gidemez... gidemez işte!

Hem... gitse ne olacak sanki? Her yerde birden olamadıktan sonra ne olacak sanki?

Herkesle, bütün sevenlerle ve sevilenlerin hepsiyle beraber olamadıktan sonra ne olacak sanki?

Bu iman ve bu faziletler, bu hevesler ve bu hazlarla bağdaşamıyacak olduktan sonra; bir bahar filizini andıran bu aşk, bu hırs kasırgasına dayanamıyacak olduktan sonra, bu, ölümü hiçe sayan dostluk, bu nankörlükle muğber olduktan sonra, arzular kuvveti, vefa sevgiyi kemirecek olduktan sonra ne olacak sanki?

Dışarda her şey beyhude:

Mehtap, denizi öptüğü yerde kimin için birkaç dakika daha fazla kaldı?

Güneş doğuşunu kimin için, birkaç dakikacık olsun geciktirdi?

Hangi arzu, elde ettiği hazzın ömrünü uzatabildi?

Hangi dua, ıztıraplı saniyelerin sonsuzluğunu giderebildi?

Dışarda her şey beyhude:

Aşkların, dostlukların en mükemmelleri bile bir gün gelip inkâr ediliyor ve âşıklar, dostlar bu cinayetleri için sebepler sayabiliyorlar, fakat mesele bu değil, dert bu değil ki... İlk sebepten az öncesi geri gelse, zaman oradan başlayıp yeniden aksa, gene böyle mi olur, bu mümkün müdür?

Bu adam niçin bedbaht, sen niçin sadece bir veznedarsın, Todori niçin böyle bir ev, bir köy, bir şehir, bir dünya, bir kâinat harabesi gibi oturuyor?

Ah, bir şans daha, sadece bir tek başlama şansı daha verilse, bir kerecik daha başlama şansı verilse!

Lâkin ne çıkar: Hangi kahraman, hangi duyguyu ve ya ülfeti, alışkanlığın elinde soysuzlaşmaktan kurtarabildi, her defasında, hangi kahraman, ilkinde olduğu gibi borçsuz ve alacaksız kaldı?

Dışarda her şey beyhude:

Affettiği zaman feragat duymıyan Peygamber yaşadı mı?

Vazgeçişlerinde mağlubiyet veya kayıp bulmıyan kimdir?

Hatırlamakla yeniden sahip olmanın arasındaki o kıl kadar boşluğu, o çıldırtıcı boşluğu kim aşabildi?

İlk arkadaşlıklar, ilk aşklar ne oldu?

Anneler, babalar, daha konuşmasını, daha suç işlemesini öğrenemeyen bebekler nereye gittiler?

Toprak damlı ev, şehre yabancı sokak nerede? Dün nerede, bir saat öncesi, bir dakika, bir saniye öncesi nerede?

Bir evvelki cümlenin veya düşüncenin hâleti bir daha geri gelecek mi? Buna imkân var mı?

Öyleyse neden bu davetsiz misafirler böyle üşüşüyorlar?

Bu keder deymemmiş bakış, bu taptaze yüz, senelerce, senelerce öteden niçin geldi?

Bu, artık semti unutulan sokak niçin böyle kaldırım taşlarına varıncaya kadar beliriyor?

Bu sarışın kız niçin, niçin hâlâ dudaklarında o günlerin gülümseyişi ile burada? Böyle yıllarca sonra ne arıyor?

Bütün bunlar burada ne bulacaklarını, buraya ne bırakabileceklerini umuyorlar?

Söylesinler: Hatırlamakla yeniden sahip olmanın arasındaki o kıl kadar boşluğu, o çıldırtıcı boşluğu kim aşabildi: bunu söylesinler!

Dışarda her şey beyhude:

Sefil mecburiyetler nasıl yenilir?

Tel örgüler nasıl kırılır? Çerçeveler nasıl parçalanır? Sınırlar nasıl geçilir?

İş nasıl bırakılır, fabrika veya tezgâh nasıl bırakılır, komşusunun kızı veya şu çirkin yazılı kız nasıl bırakılır, kahvedeki ahbaplar, yedi elli beşin yolcuları, daire müdürü veya handaki odabaşı nasıl bırakılır?

Odanın pencereleri nasıl, nasıl bırakılır?

Fakat hâlâ o siren, neden böyle basık ve dost bir sesle çağırıyor, ezada bu kadar ısrara sebep ne?

Martı böyledir işte; turuncu renkli, iri gözlerinde daüssılalar tutuşsa da, öyle uçuverecekmiş gibi gerinse de gidemez, gidemez, gidemez!

Bu siren bunu anlamalı, ısrardan vazgeçmelidir. Yoksa bu misilsiz bir gaddarlık olur. Martı her gece, bu saatte, böyle uçuverecekmiş gibi gerinmemelidir; çünkü o uçamaz, uçamaz.