Dilimiz ve Edebiyatımız
  • Ana Sayfa - Haberler
  • Edebiyat
    • Edebiyat Dersleri
    • İslamiyetten Önceki Türk Edebiyatı
    • İslami Türk Edebiyatı
      • Halk Edebiyatı
      • Türk Klasik (Divan) Edebiyatı
    • Avrupa Tesirinde Türk Edebiyatı
    • Cumhuriyet Devri Türk Edebiyatı
    • Sorularla Dil ve Edebiyat
  • Dil Bilgisi
    • Dil ve Anlatım
    • Türk Dili Tarihi
    • Eski Türkiye (Osmanlı) Türkçesi
    • Köktürk Türkçesi
    • Eski Uygur Türkçesi
  • Kompozisyon
  • Yazarlar-Şairler-Meşhurlar
  • Kitaplar
    • 100 Temel Eser
    • Tavsiye Edilen Kitaplar
    • Osmanlı Türkçesi Kitaplar ve Belgeler
  • Kardeş Edebiyatlar
    • Özbek Edebiyatı
      • Özbek Klasik Edebiyatı
      • Günümüz Özbek Edebiyatı
      • Qoshiqlar (Şarkı Sözleri)
      • Halk Masalları (Xalq Ertaklari)
      • Turkiy Xalqlar Adabiyoti (SAMDU)
      • Afganistan Özbekleri
    • Azerbaycan Edebiyatı
      • Edebi Eserler ve Biyografiler
      • Mahnılar (Azerbaycandan Şarkı Sözleri)
      • Nağıllar (Azerbaycan Masalları)
      • Eski Azerbaycan Edebiyatı
      • Güney Azerbaycan
    • Türkmenistan Edebiyatı
    • Kazak Edebiyatı
    • Kırgız Edebiyatı
    • Kıbrıs Türkleri
    • Balkan Türkleri
    • Tatar Edebiyatı
    • Irak Türkmenleri Edebiyatı
    • Nogay Edebiyatı
    • Karakalpak Edebiyatı
    • Çağdaş Uygur Edebiyatı
    • Çuvaş Edebiyatı
    • Gagauz Türkleri Edebiyatı
    • Karaçay-Malkar Türkleri
    • Kumuk Türkleri
  • Şiirler
    • Şiir Antolojisi
    • Halk Şiiri
    • Türk Klasik (Divan) Şiiri
    • Milli Bayramlar-Kutlamalar-Anma Törenleri
      • 23 Nisan Milli Hakimiyet Bayramı
      • 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı
      • 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı
      • 30 Ağustos Zafer Bayramı
      • 10 Kasım Atatürk'ü Anma
      • 18 Mart Şehidler Günü
      • 19 Eylül Gaziler Günü
      • Öğretmenler Günü
      • Nevruz Bayramı
      • Anneler Günü
      • Yeşilay Haftası
    • Maniler ve Hoyratlar
  • Makaleler-Tezler
  • Köşe Yazıları (Fıkralar)
  • Roman Özetleri
  • Hikayeler
  • Masallar
  • Halk Hikayeleri
  • Denemeler
  • Seyahat Yazıları
  • Mektuplar
  • Sohbet (Söyleşi)
  • Tenkit (Eleştiri)
  • Röportajlar
  • Destanlar
  • Tiyatro
  • Hadisler-Atasözleri-Deyimler
    • Hadis-i Şerifler
    • Atasözleri
    • Deyimler
    • Bilmeceler
  • Foto Galeri
  • Güfteler (Türkü-Şarkı-Marş)
    • İlahiler-Nefesler
    • Türk Halk Musikisi
    • Türkülerin Hikayeleri
    • Türk San'at (Klasik) Musikisi
    • Marşlarımız
    • Bestelenmiş Şiirler
  • Bilişim Dünyası
  • Komik Fıkralar
  • Site Hakkında

Ziyaret

014175312
Bugün
Dün
19221
21535
Visitors Counter

Koçaklar

Koçaklar
Koçaklar / 1915 Çanakkale

Halk Hikayeleri

Süzgeçler
Halk Hikayeleri kategorisindeki makalelerin listesi
Başlık Tıklamalar
Âşık Garip Tıklamalar: 207
Emrah ile Selvi Han Tıklamalar: 169
Halk Hikayeleri Tıklamalar: 398
Halk Hikâyeleri Notları Tıklamalar: 171
Halk Hikâyelerinin Kaynakları Tıklamalar: 1019
Halk Hikâyelerinin Şekil Özellikleri Tıklamalar: 665
Halk Hikâyelerinin Tasnifi Tıklamalar: 341
Halk Hikâyelerinin Yapısı Tıklamalar: 221
Halk Hikâyesi Tıklamalar: 252
Köroğlu ve Bolu Beyi Tıklamalar: 191
Köroğlu'nun Telli Döne'yi Kaçırması ve Evlendirmesi Tıklamalar: 155
Şah İsmail Tıklamalar: 194
Saim Sakaoğlu - Halk Hikâyeleri Tıklamalar: 455

Seçilmiş Yazılar / Şiirler
Bayburt Bayburt Olalı Böyle Zulüm Görmedi
Pazartesi, 23 Nisan 2018
     Senfoni orkestrası Bayburt’ta konser verir. Konseri görüntüleyen bir televizyon muhabiri ve bir kameraman konserden çıkan kişilerle röportaj yapmak izin alarak yanlarına gider, fikirlerini sorar.     İlk soru sordukları üniversite öğrencisi bir gençtir:     -Efendim konseri nasıl buldunuz?     -Çok güzeldi. Böyle konserleri Anadolu'ya yaymak ve topluma orkestrayı sevdirmek gerekir. Ben çok beğendim.      Muhabir biri erkek, biri kadın iki gencin yanına gelir:     -Konseri nasıl buldunuz?     Kadın:     -Çok güzeldi ya, ben hep dinlerim zaten orkestrayı. Beethoven’in hastasıyım zaten...     Muhabir yaşlı bir amcanın yanına yaklaşır ve aynı soruyu sorar:     -Amcacığım konser nasıldı beğendiniz mi?     Yaşlı amcam suratını büzüştürerek ve ekşiterek cevap verir     -Vallah gızım, bu memleket Ermeni mezalimini de gördü, Moskof mezalimini de gördü lakin Bayburt Bayburt olalı böyle zulum görmedi!
Ahmet Çınar - Uşşâk Gazel
Perşembe, 19 Nisan 2018
İlhâm-ı aşktır çalan kapımızı subh-u demYoksa ne bilsin kalem lisân-ı hâlimizdenZülfünün rüzgârına kapıldıysa eğer gönülHaber versin bâd-ı sabâ pür melâlimizdenUşşâkına göz urmuş bezm-i safâda cânanGûş eylemiş sanki cihân makâm-ı nâlimizdenNice iklim-i frenge revân oldu şol pâyımızGeçmedi yârdan özge zerre hayâlimizdenDerdini yâre fâşetmek iştiyâkiyle AhmedBiz dahi usandık bu kîl ü kâlimizden
Aleksandr Sergeyeviç Puşkin - Tipi
Cumartesi, 14 Nisan 2018
     Bizim için unutulmaz bir dönem olan 1811 yılı sonlarında Gavrila Gavriloviç R. adında iyi yürekli bir adam Nenarodova’daki çiftliğinde yaşamaktaydı. Çevrede konukseverliği, güleryüzlülüğüyle ün salmıştı. Evi yiyip içmek ve ev sahibinin karısıyla beş kapiğine boston oynamak için gelen komşularla her zaman dolup taşardı.     Kimileri de ev sahiplerinin boylu boslu, solgun benizli, on yedi yaşlarındaki kızını seyretmeye gelirlerdi. Zengin bir gelin sayılan bu kızı kendileri ya da oğulları için gözlerine kestirmiş pek çok kişi vardı.     Marya Gavrilovna, Fransız romanlarıyla yetişmişti ve âşıktı hiç kuşkusuz. Köyüne izinli gelmiş yoksul bir kıta teğmenini gönlünün sultanı olarak seçmişti kendine. Genç adamın da aynı tutkuyla yanıp tutuştuğunu, kızın annesiyle babasının bu karşılıklı eğilimi sezerek kızlarına onu düşünmeyi bile yasakladıklarını ve delikanlıya emekli bir tahsildardan daha kötü davranmaya başladıklarını söylemeye gerek var mı?     Âşıklarımız mektuplaşıyor, her gün çam koruluğunda ya da eski küçük kilisede gizlice buluşuyorlardı. Orada birbirlerini sonsuza kadar seveceklerine ant içiyor, alın yazılarından yakınıyor, gelecekleri konusunda çeşitli tasarılar kuruyorlardı. Böylece yazışa söyleşe (pek doğal olarak) şu sonuca vardılar: Madem ki birbirimizin olmadan yaşayamayız, madem ki taş yürekli anneyle baba mutluluğumuza engel oluyorlar, öyleyse onlarsız da göremez miyiz işimizi?     Bu mutlu düşünce pek doğal olarak ilkin genç adamın aklına gelmiş, romantik yaratılışlı Marya Gavrilovna’nın da pek doğal olarak çok hoşuna gitmişti.     Bastıran kış, buluşmalarına son verdi, fakat mektuplaşmaları daha bir canlılık kazandı. Vladimir Nikolayeviç yazdığı bir mektupta kendisine kaçması, gizlice nikâhlanmaları, bir süre bir yerde gizlendikten sonra ortaya çıkarak anneyle babanın ayaklarına kapanmaları için yalvarıyordu sevgilisine. Sonunda onlar da sevgililerin bu direnişi ve mutsuzlukları karşısında duygulanacaklar ve hiç kuşkusuz:     - Çocuklar gelin, bağrımıza basalım sizi, diyeceklerdi.     Marya Gavrilovna uzun bir süre kararsızlık içinde bocaladı. Bu arada birçok kaçış tasarısını geri çevirdi. Ama en sonunda olumlu cevapı verdi. Kararlaştırılan gün, akşam yemeği yemeyecek, başının ağrıdığını ileri sürerek odasına çekilecekti. Hizmetçi kız da bu gizli düzene katılıyordu. Birlikte kapı önündeki taş merdivenden bahçeye çıkacaklar, yolda kendilerini bekleyen kızağa binecekler, kızak onları Nenarodova’dan beş verst uzakta bulunan Jodrino bucağına götürecekti. Vladimir kilisede bekleyecekti onları.     Kararlaştırılan günün öncesi, Marya Gavrilovna bütün gece gözünü kırpmadı. Eşyalarını topladı; çamaşırlarını, giysilerini bohçaya yerleştirdi. Arkadaşlarından çok duygulu bir genç kıza uzun bir mektup yazdı. Annesiyle babası için de bir başka mektup hazırladı. Mektubunda en dokunaklı ayrılık sözlerini kullanıyor, suçunun özrü olarak tutkusunun karşı konulamaz gücünü gösteriyor, canından daha çok sevdiği annesiyle babasının ayaklarına kapanmasına izin verileceği günün hayatının en mutlu dakikası olacağını bildirerek satırlarına son veriyordu. Her iki mektubu da alev alev yanan iki yürek resmiyle bezenmiş ve üstlerine buna uygun bir yazı kondurulmuş Tula mührüyle mühürledikten sonra kendini tan yeri ağarmadan önce yatağa attı, uyuyakaldı. Fakat korkunç karabasanlar uykuda da bırakmadı yakasını. Tam nikâhlanmaya gitmek üzere kızağa bineceği sırada babası onu durdurarak korkunç bir hızla karlar üzerinde sürüklüyor, karanlık, dipsiz bir kuyuya fırlatıyor ve o, yüreği buz kesilmişçesine, baş aşağı düştükçe düşüyordu. Ya da Vladimir’i solgun bir yüzle, kanlar içinde otlar üzerinde yatarken görüyordu. Son anlarını yaşayan genç adam, içe işleyen bir sesle, bir an önce nikâhlanmaları için yalvarıyordu sevgilisine. Daha bunun gibi biçimsiz, anlamsız bir sürü karabasan kovaladı durdu birbirini. Genç kız her zamankinden daha solgun bir yüz ve gerçek bir baş ağrısıyla uyandı sabahleyin. Annesiyle babası kızlarının iyi bir durumda olmadığını gördüler. Onların sevgili yakınlıkları, kaygıları ve ”Nen var Maşa?” ”Hasta mısın Maşa?” diye sorup duruşları, zavallı genç kızın yüreğini parça parça ediyordu. Yatıştırıcı birkaç söz söylemeye, güler yüzlü görünmeye çabaladı ya, başaramadı. Akşam gelip çattı. Ailesi arasında son gününü geçirdiğini düşündükçe içi daralıyordu. Üzüntüsünden ölecek gibiydi. İçinden herkesle, her şeyle gizlice vadalaşıyordu.     Akşam yemeğine oturduklarında yüreği güm güm atmaya başladı. Titreyen bir sesle, canının yemek istemediğini bildirdi, kalkıp annesiyle babasına iyi geceler diledi. Onlar da her zamanki gibi kızlarını öptüler, dua ettiler. Genç kız güçlükle tutuyordu gözyaşlarını. Odasına girer girmez kendisini bir koltuğa attı, gözyaşları sel gibi boşandı. Hizmetçi kız onu yatıştırmak, kendine getirebilmek için diller döktü. Her şey hazırdı. Maşa yarım saat sonra aile ocağını, odasını, sessiz genç kızlık hayatını bırakıp gitmek zorundaydı. Dışarda hava tipiliydi. Rüzgâr uğulduyor, pancurlar sarsılıyor, takırdıyordu. Bütün bunlar bir uğursuzluğun belirtileri gibi görünüyordu Maşa’ya. Az sonra herkes uykuya dalmış, ev derin bir sessizliğe gömülmüştü. Maşa şalına sarındı, kürkünü giydi, küçük sandığını kucaklayıp arka kapı önündeki taş merdivene çıktı. Arkadan gelen hizmetçi kızın elinde de iki bohça vardı. Bahçeye indiler. Tipi dineceğe benzemiyordu. Rüzgâr sanki bu genç suçluyu durdurmak istermişçesine dosdoğru karşıdan esiyordu. Bahçeyi güçlükle geçebildiler. Kızak yolda onları bekliyordu. Üşüyen atlar yerlerinde duramıyorlardı. Vladimir’in arabacısı arabanın oku yönünde dolaşıyor, tedirginleşen hayvanları yatıştırmaya çalışıyordu. Genç bayanla hizmetçisinin kızağa binmelerine, bohçalarla küçük sandığın yerleştirilmesine yardım ettikten sonra dizginleri kavradı, atlar dörtnala atıldılar. Genç bayanı şimdilik alın yazısına ve arabacı Treşka’nın ustalığına bırakıp biraz da sevdalı delikanlıdan söz edelim.     Vladimir bütün gün sağa sola koşup durmuştu. Sabahtan Jadrino bucağı papazına uğrayıp bin güçlükle söz alabilmiş, sonra da ilk olarak kırk yaşlarında emekli bir süvari teğmenine, Dravin’e başvurmuştu. Teğmen, Vladimir’in çağrısını sevinçle kabul ettiğini bildirdi. Bu serüvenin, kendisine geçmiş günlerini, hafif süvari birliğinde bulunduğu zamanlardaki çapkınlıkları anımsattığını birkaç kez tekrar etti. Üstelik diğer iki tanığı bulmanın zor olmadığını kesinlikle söyleyerek Vladimir’i yemeğe alıkoydu. Gerçekten de yemekten hemen sonra palabıyıklarını bükerek, mahmuzlarını şakırdatarak, kadastro mühendisi Schmidt ve polis komiserinin kısa bir süre önce mızraklı süvari alayına yazılan on altı yaşlarındaki oğlu çıkageldiler. Onlar Vladimir’in çağrısını kabul etmekle kalmayıp, gerekirse bu yolda ölümü bile göze alacaklarına yeminler ettiler. Vladimir hepsini coşkuyla kucakladı, hazırlıklarını tamamlamak üzere evine döndü.     Hava kararalı çok olmuştu. Sadık adamı Treşka’ya durumu ayrıntılarıyla anlatıp gereken yönergeleri verdi. Troyka’yla Nenarodovo’ya gönderdi onu. Kendisi de küçük kızağa tek bir at koşmalarını emredip, yalnız başına, yanına arabacı almadan, iki saat sonra Marya Gavrilovna’nın da varmış olacağı Jadrino’ya doğru yola koyuldu. Topu topu yirmi dakika çeken yolu avucunun içi gibi biliyordu. Fakat tam kentin dışına, tarlalara çıkmışken, rüzgârın parlamasıyla tipinin kopması bir oldu. Göz gözü görmüyordu. Bir an içinde yol karla kapandı. Delikanlının dört bir yanını, bulanık, sarımsı bir sis kaplamıştı. Beyaz kar parçaları uçuyordu her yanda. Yerle gök birleşmişti. Kendini bir tarla içinde bulan Vladimir yeniden yola çıkabilmek için boşu boşuna çabalıyordu. Kararsız adımlar atan hayvan kâh bir kar yığınına tırmanıyor, kâh bir çukura yuvarlanıyor, kızak adım başı devriliyordu. Vladimir doğru yönünü yitirmemeye çalışıyordu. Fakat belki yarım saatten çok geçmemesine rağmen hâlâ Jadrino koruluğuna varamamıştı. Aşağı yukarı on dakika daha geçti, koru hâlâ görünürlerde değildi. Vladimir derin çukurlarla kesilmiş bir tarlada yol alıyordu. Tipi dinmiyor, gök bir türlü açılmıyordu. Gitgide yorulan hayvan ikide bir karlara gömülmesine rağmen buram buram terliyordu.     Vladimir neden sonra yanlış bir yönde ilerlediğini anladı. Arabayı durdurdu, düşünmeye, anımsamaya, yolu göz önüne getirmeye çalıştı; sağdan gitmek gerektiğine karar kıldı. Sağa saptı. Hayvan güçlükle adım atabiliyordu. Yola çıkalı bir saati geçmişti artık. Jadrino yakınlarda olmalıydı. Fakat gidiyor, gidiyor bir türlü tarlanın sonuna varamıyordu. Hep kar yığınları, hep çukurlar. Kızak adım başı devriliyor, Vladimir adım başı kaldırıyordu onu. Zaman hızla geçiyordu. Canı adamakıllı sıkılmaya başladı. Neden sonra yakınlarında bir karaltı belirdi. Vladimir kızağı oraya yöneltti. Yaklaşınca bir koruluk olduğunu gördü bunun. ”Çok şükür geldim sayılır artık” diye düşündü. Koruluk boyunca ilerlerken az sonra tanıdık bir yola çıkacağını ya da koruluğu çepeçevre dolaşarak hemen arkasındaki Jadrino’ya varacağını umuyordu. Kızak kış dolayısıyla yaprakları dökülmüş, çıplaklaşmış ağaçların karanlığına daldı. Rüzgâr azgınlığını yitirmişti burada. Yol düzgündü, at yüreklendi, Vladimir bir parça yatıştı.     Fakat delikanlı gidiyor, gidiyor, bir türlü Jadrino’ya ulaşamıyor, koruluk bitmek bilmiyordu. Vladimir, dehşet içinde yabancısı olduğu bir ormana düştüğünü anladı. Birden büyük bir ümitsizliğe kapıldı. Atı kırbaçladı. Zavallı hayvan önce tırısa kalktıysa da çabucak caydı; talihsiz Vladimir’in bütün çabalarına rağmen bir çeyrek sonra ancak adım adım yürümeye başladı. Ağaçlar yavaş yavaş seyrekleşiyordu. Vladimir ormandan çıktı. Ama Jadrino görünürlerde yoktu. Vakit gece yarısına gelmiş olmalıydı. Gözlerinden yaşlar boşandı. Kızağını kararlama sürüyordu artık. Tipi dindi, bulutlar dağıldı, gözlerinin önünde, dalga dalga beyaz bir halıyla örtülü bir düzlük uzayıp gidiyordu. Oldukça aydınlık bir geceydi. Az ötede dört beş evlik bir köyceğiz gördü. Oraya yöneldi. İlk kulübenin önünde kızaktan fırladı, koşup pencereyi vurmaya başladı. Birkaç dakika sonra tahta kepenk kalktı, ak sakallı yaşlı bir köylü, başını uzatarak:     - Ne istiyorsun? diye sordu.     - Jadrino buradan uzakta mı?     - Jadrino buradan uzakta mı dedin?     - Evet, evet! Jadrino buradan uzakta mı?     - Yok canım, on verst ya çeker ya çekmez.     Vladimir bu cevap üzerine eliyle saçlarını kavradı. Ölüme mahkûm edildiğini duyan bir adam gibi dondu kaldı.     Yaşlı köylü:     - Ya sen neredensin? diye sordu.     Vladimir sorulara karşılık verecek durumda değildi.     - Jadrino’ya gidebilmem için bana bir at bulabilir misin, ihtiyar? dedi.     Yaşlı köylü:     - Bizde at ne gezer beyim, diye karşılık verdi.     - Peki bir kılavuz olsun bulamaz mıyız? Kaç para isterse veririm.     Yaşlı adam:     - Dur, ben sana oğlumu göndereyim, o seni götürür, deyip pencerenin kepengini indirdi. Vladimir beklemeye başladı. Beş dakika sonra yeniden vurdu pencereye. Kepenk kalktı, sakal göründü.     - Ne istiyorsun?     - Hani, oğlun gelmedi daha?     - Şimdi geliyor. Çizmelerini giyiyor. Üşüdün mü yoksa? Gir ısın.     - Sağol. Sen oğlunu çabuk gönder.     Avlu kapısı gıcırdadı. Eli çomaklı bir delikanlı çıktı. Kar yığınlarıyla örtülü yolu yoklaya yoklaya yürüdü.     Vladimir:     - Saat kaç acaba? diye sordu.     - Birazdan hava ağarır, diye cevapladı genç köylü. Ondan sonra Vladimir’in ağzından tek sözcük çıkmadı.     Jadrino’ya vardıklarında horozlar ötüyordu. Hava ısınmıştı. Kilise kapalıydı. Kılavuzun ücretini ödeyen Vladimir kızağı papazın avlusuna çekti. Kendi troykası yoktu orada. Kimbilir, nasıl bir haber bekliyordu delikanlıyı.     Biz şimdi iyi yürekli çiftlik sahiplerine, Nenaradova’ya dönelim; bakalım orada ne olup bitti?     Hiçbir şey!     Sabahleyin uyanan ihtiyarlar oturma odasına geçtiler. Gavrila Gavriloviç’in başında bir kalpak, sırtında sımsıkı iliklenmiş pamuklu bir hırka vardı. Praskovya Petrovna ise pamuklu sabahlığını giymişti. Semaveri getirdiler. Gavrila Gavriloviç kızının nasıl olduğunu, gece iyi uyuyup uyumadığını öğrenmek üzere hizmetçi kızı yukarıya gönderdi. Geri dönen kız, küçük hanımın geceyi kötü geçirdiklerini, fakat şimdi daha iyi olduklarını, az sonra kendilerinin de oturma odasına ineceklerini bildirdi. Gerçekten de az sonra kapı açıldı, Marya Gavrilovna öpüşmek üzere annesiyle babasına yaklaştı.     Gavrila Gavriloviç:     - Başının ağrısı nasıl oldu Maşa? diye sordu.     Maşa:     - Geçti babacığım, dedi.     Praskovya Petrovna:     - Dün gece seni kömür çarpmış olmalı Maşa, diye düşüncesini belirtti.     - Belki de anneciğim, diye cevapladı Maşa.     Gün olaysız geçti. Fakat geceleyin Maşa hastalandı. Doktor getirtmek için kente adam gönderildi. Ertesi günü akşama doğru gelen doktor, hastayı sayıklarken buldu. Şiddetli bir hummaya yakalanmış olan zavallı genç kız iki hafta ölümle pençeleşti.     Tasarlanan kaçış olayını evde kimse bilmiyordu. Olayın bir gün öncesi yazılan mektuplar yakılmıştı. Efendilerinin öfkesinden korkan hizmetçi kız, olay üstüne kimseye bir şey söylemiyordu. Papaz ağzını açmadı. Ne emekli süvari teğmeni, ne palabıyıklı kadastro mühendisi, ne de genç alaylı, sağda solda olaydan söz ederek kahramanlık taslamadılar. Bir nedeni vardı bütün bunların hiç kuşkusuz. Arabacı Tereşka, hatta sarhoşken bile bu konuda hiçbir şey kaçırmadı ağzından. Böylece yarım düzineden fazla fesatçı, ser verdi de sır vermedi. Fakat ardı arkası gelmek bilmeyen sayıklamaları sırasında Marya Gavrilovna kendi sırrını kendi açığa vurdu. Gel gelelim sözleri öylesine birbirini tutmaz şeylerdi ki, yatağının baş ucundan ayrılmayan annesinin onlardan çıkarabildiği sonuç, sadece kızının Vladimir Nikolayeviç’i deli gibi sevdiği ve herhalde hastalık nedeninin bu sevdadan başka bir şey olmadığı oldu. Kadıncağız kocasıyla ve bir iki komşuyla görüşüp danıştı. Sonunda hepsi birden Marya Gavrilovna’nın alın yazısının böyle olduğuna, alın yazısının önüne geçilemeyeceğine, yoksulluğun utanılacak bir şey olmadığına, paranın değil insanlığın önem taşıdığına vb. karar verdiler. Kendimizi kandırmaya gücümüzün yetmediği sıralarda atasözleri şaşılacak kadar yararlar işimize.     Bu arada genç kız iyileşmeye başladı. Vladimir çoktandır uğramaz olmuştu Gavrila Gavriloviçlere. Karşılaştığı kabul tarzı genç adamı ürkütmüştü. Kendisine haber gönderilmesine, ummadığı mutluluğa kavuştuğunun, nikâha razı olunduğunun bildirilmesine karar verdiler. Fakat bu çağrıları, aklı başında bir adamın pek de yazamayacağı bir mektupla cevaplanınca Nenarodovalı çiftlik sahiplerinin düştükleri şaşkınlık büyük oldu. Bundan böyle evlerine adım atmayacağını bildiren delikanlı, ölümden başka ümit edecek bir şeyi kalmayan bahtsız bir adamı artık unutmalarını rica ediyordu. Aradan birkaç güç geçince de Vladimir’in birliğine döndüğünü haber aldılar. Olay 1812 yılında geçiyordu.     O sıralarda hastalığını yeni yeni atlatmakta olan Maşa’ya uzun süre bildirmeyi göze alamadılar bunu. Genç kız da hiçbir zaman Vladimir’in sözünü etmedi. Aradan birkaç ay geçtikten sonra delikanlının adını Berodino savaşında büyük yararlık göstererek ağır yaralananlar arasında görünce düşüp bayıldı. Hummanın yeniden başlayacağından korktular ya, çok şükür, baygınlık zarar vermeden sona erdi.     Kızcağız bir başka felakete daha uğradı. Gavrila Gavriloviç onu bütün servetinin biricik mirasçısı olarak bırakıp öldü. Fakat bu servet Marya Gavrilovna’yı avutamıyordu. Annesini hiçbir zaman yalnız bırakmayacağına ant içerek, zavallı kadıncağızın acısını içtenlikle paylaştı. Ana kız, kederli anılarla dolu Nenarodovayı bırakıp, ***daki çiftliklerine taşındılar.     İstekliler burada da güzel ve zengin gelinlik kızın çevresinde dönüyorlardı. Ama o, hiç kimseye en küçük bir ümit bile vermiyordu. Annesi kızının evlenmesi için kimi zaman onu kandırmaya çalışır, fakat Marya Gavrilovna başını olumsuz anlamda sallayarak düşüncelere dalardı. Vladimir yaşamıyordu artık. Fransızların girişinden bir gün önce Moskova’da ölmüştü. Anısının Maşa için kutsal bir değer taşıdığı görülüyordu. Onu anımsatan ne varsa; bir zamanlar okuduğu kitaplar, çiziktirdiği desenler, sevgilisi için yazılı notlar ve kopya ettiği şiirler; hepsini saklıyordu genç kız. Her şeyi öğrenen komşular kızın bu sarsılmaz bağlılığına şaşıyorlar, sonunda bu eldeğmemiş Artemisia’nın acıklı sadakatini alt edecek kahramanı merakla bekliyorlardı.     Bu sırada savaş zaferle sona ermişti.Alaylarımız sınır dışından dönüyorlardı. Halk onları karşılamaya koşuyordu. Bando ”Vive Henri-Quatre” (8).”Tyrol valsleri”, ”Jakond’un aryaları” gibi zafer şarkıları çalıyordu. Sefere henüz çocuk denecek yaşta giden subaylar, savaş havasıyla erkekleşerek ve göğüsleri nişanlarla dolu olarak dönüyorlardı. Askerler birbirleriyle neşe içinde konuşuyor, sözlerine Almanca, Fransız sözcükler karıştırıyorlardı ikide bir. Ah o unutulmaz günler! Şan ve şöhret günleri! Anayurt dendi mi nasıl da coşkuyla çarpardı Rus yüreği! Nasıl da tatlıydı kavuşma anında akan göz yaşları! Ulusal övünç duygusunu ve Çar sevgisini nasıl da kaynaştırmıştık elbirliğiyle! Ve Çar için ne göğüs kabartacak bir dönemdi bu!     Kadınlar, Rus kadınları eşsizdi o günlerde. Her zamanki soğuklukları kaybolmuştu. Hele galipleri karşılarken, coşkuları gerçekten de son kerteye varıyor, Hurra! diye bağırıyorlar;     Ve başlıklarını havaya fırlatıyorlardı.     O zamanın subaylarından, Rus kadınına pek çok şey borçlu olduğunu itiraf etmeyen çıkar mı?     Bu parlak günlerde Marya Gavrilovna’yla annesi ** ilinde yaşıyor, ordunun dönüşünün her iki başkentte yarattığı şenliklerden uzakta bulunuyorlardı. Fakat ilçe ve köy halklarının sevinci, kentlerdekinden daha da güçlüydü belki. Buralara bir subayın gelişi gerçek bir bayram sevinci yaratıyordu. Fraklı bir âşık, bir üniforma karşısında pek sönük kalıyordu o sırada.     Söylediğimiz gibi, o istediği kadar soğuk davransın, Marya Gavrilovna’nın çevresi genç kızı elde etmek isteyenlerle kuşatılmış durumundaydı yine de. Ama göğsünde St. George nişanı bulunan ve yüzü oralı kızların deyimiyle ”ilginç” bir solgunluk taşıyan bir hafif süvari albayı Marya’nın şatosunda görününce, bütün ötekiler ortadan çekildiler. Yirmi altı yaşlarında bir delikanlıydı bu. Marya Gavrilovna’nın köyünün yakınındaki çiftliğinde iznini geçirmek üzere gelmişti. Marya Gavrilovna başkalarına davrandığı gibi davranmıyordu ona. Onunla birlikteyken her zamanki dalgınlığı kayboluyordu. Cilve yaptığı söylenemezdi belki, fakat durumu gören şair şöyle derdi:     "Se amor è che dunge?"     Burmin çok hoş bir delikanlıydı gerçekten de. Kadınların hoşuna giden türden, yani ince, meraklı, iddiasız, kaygısızca, şakacı bir zekâsı vardı. Marya Gavrilovna’ya karşı sadelikle, içtenlikle davranıyordu. Tepeden tırnağa kızla ilgiliydi aslında. Onun en küçük bir sözünü, en ufak bir kıpırdayışını izlerdi. Görünüşte sessiz ve alçak gönüllüydü ya, bir zamanlar azgın bir uçarı olduğu söylentisi dolaşıyordu ağızdan ağıza. Bununla birlikte bu söylentiler onu Marya Gavrilovna’nın gözünde hiç de küçültüyor değildi. Çünkü gözüpek ve ateşli bir kişiliğin belirtisi olan çapkınlığı, genel olarak bütün genç bayanlar gibi bağışlardı o da.     Fakat Marya’nın merakını, hayal gücünü en fazla kamçılayan şey, genç hafif süvari subayının cana yakınlığından, konuşma tarzının sevimliliğinden, yüzünün ilginç solgunluğundan çok, sessizliğiydi. Genç adamın kıza tutkunluğu açıkça belliydi. Akıllı, görüp geçirmiş bir adam olarak o da genç kızın kendisini karşı ilgisiz olmadığını herhalde anlamıştı. Peki ne bekliyordu hâlâ diz çöküp aşkını itiraf etmek için? Ona engel olan şey neydi acaba? Gerçek aşkın ayrılmaz yoldaşı olan sıkılganlık mı? Gurur mu? Yoksa hesaplı bir cilveleşme miydi bu? Genç kız, işin içinden çıkamıyordu. İyice düşünüp taşındı, tek nedenin sıkılganlık olduğunda karar kıldı sonunda. Delikanlıya daha fazla yakınlık göstermek, durum elverdiğince daha sıcak davranmak gerektiği sonucuna vardı. Böylece genç adamı sıkılganlıktan kurtaracağını umuyordu. Her şeyin çorap söküğü gibi çözülerek sonuca ulaşıvereceği bir tasarı hazırlayıp, romanlara yaraşır itiraf dakikasının gelip çatmasını beklerken içi içine sığmıyordu. Sır, hangi türden olursa olsun kadın kalbine her zaman acı verir. Kızın taktik harekâtı istenilen sonuca ulaştı. En azından, Burmin öyle düşünceli bir tavır takınmış, kara gözleri Marya Gavrilovna’nın üzerine öyle ateşli bakışlarla dikilir olmuşlardı ki kaçınılmaz dakikanın yakın olduğu anlaşılmaktaydı artık. Komşular olup bitmiş bir işten söz edercesine konuşuyorlardı düğünden. İyi yürekli Praskovya Petrovna da kızı sonunda kendine yaraşır bir eş buldu diye seviniyordu.     Bir gün, yaşlı kadın, oturma odasında tek başına oturmuş, iskambil kâğıtlarıyla fal açarken Burmin içeri girdi, girer girmez de Marya Gavrilovna’nın nerede olduğunu sordu.     - Bahçede, diye cevapladı yaşlı kadın. Gidip orada bulun onu. Ben sizi burada beklerim.     Burmin bahçeye çıktı. Yaşlı kadın istavroz çıkararak: ”Eh, bu iş inşallah burada biter!” diye düşündü.     Burmin, Marya Gavrilovna’yı havuz başında, söğüt ağacının altında, üstünde beyaz giysileri, elinde bir kitap, tam roman kahramanlarına yaraşır bir durumda buldu. İlk bir iki sözden sonra Marya Gavrilovna, bile isteye sustu. Böylece, ancak apansız ve kesin bir aşk itirafının yok edebileceği sıkıntılı havayı daha da yoğunlaştırdı. İstediği sonucu da elde etti. Durumun güçlüğünü hisseden Burmin çoktan beridir kalbini açmak için fırsat beklediğini söyleyip, genç kızdan, kendisine bir dakika ayırıp ayıramayacağını sordu. Marya Gavrilovna kitabı kapadı, olumlu anlamda yere indirdi gözlerini.     Burmin:     - Sizi seviyorum, dedi. Sizi çılgın gibi seviyorum. (Marya Gavrilovna kızardı, başını biraz daha öne eğdi.) Boş bulunup kendimi tatlı bir alışkanlığa, sizi her gün görmek, sesinizi her gün işitmek alışkanlığına kaptırdım. (Marya Gavrilovna, St. Prieux’nun (10) ilk mektubunu anımsadı.) Alın yazısına karşı koyabilmek için çok geç artık. Tatlı, eşsiz hayalinizin anısı hem ıstırap, hem sevinç kaynağı olacak bundan böyle benim için. Fakat sadece ağır bir yükümlülüğü yerine getirmek, size korkunç sırrımı açarak aramıza aşılmaz bir engel koymak kalıyor bana şimdi…     Marya Gavrilovna, Burmin’in sözünü telaşla keserek:     - O engel her zaman vardı. Ben hiçbir zaman karınız olamazdım sizin, dedi.     Genç adam sessizce:     - Biliyorum, diye cevapladı. Biliyorum, âşıktınız bir zamanlar. Fakat sevdiğiniz adam yaşamıyor artık ve üç yas yılı geçti aradan… Sevgili, tatlı Marya Gavrilovna! Ne olur son bir avuntudan yoksun bırakmayın beni. Mutluluğum olmayı kabul edeceğiniz düşüncesi, eğer şey olmasaydı… Fakat, susun! Tanrı aşkına, bir şey söylemeyin. Üzüyorsunuz beni. Evet, biliyorum, benim olacaktınız siz. Fakat, fakat dünyanın en bahtsız yaratığıyım ben… Ben evliyim!     Marya Gavrilovna şaşkın şaşkın Burmin’e baktı.     - Ben evliyim, diye sözlerini sürdürdü Burmin. Dört yıldır evliyim. Üstelik karımın kim olduğunu, nerede yaşadığını, bir daha onunla görüşüp görüşmeyeceğimizi de bilmiyorum!     Marya Gavrilovna.:     - Ne diyorsunuz? diye bağırdı. Ne tuhaf şey bu! Devam edin, devam edin; sonra benim de anlatacaklarım var… Fakat, devam edin siz, rica ederim.     Burmin:     - 1812 yılı başlarındaydı, diye anlatmaya koyuldu. Alayımın bulunduğu Vilna kentine doğru hızla yol alıyordum. Akşamın geç saatlerinde ulaştığım bir menzilde atların bir an önce değiştirilmesi için henüz emir vermiştim ki müthiş bir tipi koptu. Menzil bekçisi de, arabacılar da tipi dinene kadar beklememi öğütlediler. Önce dinledim onları. Fakat az sonra anlaşılmaz bir tedirginlik kapladı benliğimi. Sanki birisi itekliyordu beni. Oysa tipi bütün şiddetiyle devam ediyordu. Daha fazla dayanamadım. Atların koşulmasını emrederek tipinin ortasına daldım. Arabacının aklına dere boyunca gitmek, böylece yolu üç verst kısaltmak esti. Kıyılar karla örtülmüştü. Arabacı, çıkış noktamızı hiç sezmeden geçmiş olduğu için, tanımadığımız bir yerde bulduk kendimizi. Tipi dinmek bilmiyordu. Uzakta bir ışık görüp arabacıya kızağı o yöne sürmesini emrettim.     Bir köye vardık. Işık, ahşap kiliseden geliyordu. Kilise açıktı nedense. Bahçe parmaklıkları arkasında birkaç kızak duruyordu. Sundurmanın altında da gezinen insanlar vardı.     Birkaç kişi birden:     - Buraya! Buraya! diye bağrıştı.     Arabacıma o yana yaklaşmasını emrettim.     Birisi:     - İnsaf et, neredesin yahu? dedi. Gelin içerde baygınlıklar geçiriyor. Papaz ne yapacağını şaşırdı. Bizler de geri dönmeye hazırlanıyorduk. Çabuk gir içeri.     Sesimi çıkarmadan kızaktan atladım. İki üç mumun şöyle böyle aydınlattığı kiliseye girdim. Genç kız, kilisenin karanlık bir köşesinde, bir sıra üzerinde oturuyordu. Bir başka kız da şakaklarını ovuyordu onun. Bu ikinci kız:     - Çok şükür, dedi. Gelebildiniz sonunda. Küçük hanımı öldürüyordunuz az kalsın.     Yaşlı papaz yanıma yaklaşarak:     - Başlamamı emreder misiniz? dedi.     Ben şaşkın bir halde, üstün körü:     - Başlayın, başlayın aziz babacığım, diye mırıldandım.     Genç kızı ayağa kaldırdılar. Hiç de fena sayılmazdı doğrusu… Akıl almaz, bağışlanmız bir çılgınlık yaptım. Kürsünün önünde, kızın yanında yer aldım. Papaz acele ediyordu. Diğer üç adamla hizmetçi kız, sadece gelinle ilgiliydiler. Yardım ediyorlardı ona. Nikâhımız kıyıldı. Bize:     - Öpüşün, dediler.     Karım solgun yüzünü çevirdi bana. Tam onu öpmek üzereyken:     - Eyvah, bu değil! O değil bu! diye haykırdı, düşüp bayıldı.     Tanıklar korku dolu gözleriyle yüzüme baka kaldılar. Geriye döndüm hiçbir engele raslamadan kiliseden çıktım, kendimi arabaya atarak:     - Çek, diye bağırdım.     Marya Gavrilovna:     - Tanrım! diye haykırdı. Ya karınız, karınız ne oldu? Bilmiyorsunuz demek!     - Bilmiyorum, diye cevapladı Burmin. Nikâhın kıyıldığı köyün adını da bilmiyorum. Yola çıktığım menzili de anımsamıyorum şimdi. O zamanlar oyun saydığım bu ağır suçu o kadar az önemsemiştim ki, arabam hareket eder etmez uykuya dalmış, ertesi günün sabahına, üçüncü menzile varıncaya kadar uyumuştum. O zamanki uşağım da savaşta öldüğünden, kendisine bu kötü oyunu oynadığım ve bugün benden merhametsizce intikam alan kişiyi arayıp bulma konusunda hiçbir umudum yok.     Marya Gavrilovna Burmin’in elini yakalayarak:     - Tanrım, Tanrım! diye mırıldandı. Demek sizdiniz o! Hâlâ tanıyamadınız mı beni?     Burmin sapsarı kesildi ve genç kızın ayaklarına kapandı.
Ali Rıza Malkoç - Sevmek
Perşembe, 19 Nisan 2018
     Sevmek emek ister. Sevebilmek yürek ister.      Ve sürdürebilmek sonsuza dek; esneklik, geniş açı ve sabır ister.      Cümledeki özneye, niyete, beklentiye sadece "ben" kelimesini eklemek ve bununla sevgiye yürümek; tüm karşılıksız sevebilenlere hakaret olsa gerek.      "Yalnız seni seveni sevmek, sevgi değil değiş-tokuştur" diyor Cenap Şahabettin. Takas tanımlaması ile şifreyi çözmüş yani.      Şöyle günlük bir gözlem yapalım; sokaktan, ekonomi ve iş dünyasından, doğadan, sosyal medyadan, haber kaynaklarından, politikadan, ittifaklardan...      Takas katagorisine girmeyen, sosyal ilişkiler oranı yüzde kaçtır acaba?      Sahhaflar bile sarraf olmuş beyim, onlar da konjonktüre uymuşlar.      Beş adet tertemiz okunmuş kitabı verip, bir tane eski kitap alamıyorsunuz. Genelleme gibi algılanmasın da, çoğunluk bu mantıkla yürüyor.      Ayrılan aileleri, dostları, arkadaşları, sevgilileri gözlemleyin, iki gram az sevgi gösterdi diye hemencecik üçüncü cihan harbini başlatıp ayrılabiliyorlar.      Hele sosyal medya paylaşımlarınızda, davranış ve algı kalıplarına uymayan bir şey paylaşın, sanki kişiye özel mektupmuş gibi algılayıp, engelleyerek sizi cezalandırabiliyorlar. Ne kadar sığ, basit, tutarsız, sevgi atmosferinden uzak ve acınacak  bir mantık silsilesi değil mi? Çünkü bilinçaltına, nöronlara yerleşmiş, merceğe dönüşmüş, beynini kemiren, olumsuz anılardan bulaşan sosyal virüsler iş başında.      Düştüğümüz kuyu bir tane olsa, " hadi hep birlikte oradan çıkalım" diyeceğim de, her anımız, her yanımız, her sokak başı, her anlayış, her tartı, her ölçü ve her önyargıda, içine düşebileceğimiz bir kuyu bizi bekliyor.      Çivisi çıkmış, iskeleti eskimiş, çimentosu zaman aşımına uğramış bir dünya anlayışını düzeltmek elbette çok zor. Ama en azından her birey kendi kapısının çöpünü, yüreğinin pasını, zihninin çöp kutusunu temizleyerek, yeni bir anlayışın oluşumuna katkı sağlayamaz mı?   01.03.2018
Altan Özyürek - Dünya Çocuk Bayramı
Pazartesi, 09 Nisan 2018
Kiminin saçı siyah, Kiminin saçı sarı...Ankara'da buluştu, Dünyanın çocukları.Her Yirmi Üç Nisan'da Tekrarlanır bu olay. Buluşma nedenini, Açıklamak çok kolay. Bu kocaman dünyada Ülke sayısı çoktur. Oysa ki hiç birinin Çocuk Bayramı yoktur. Dünyanın çocuklarıYurdumuza koşuyor, Her Yirmi Üç Nisan'da Cıvıldaşıp coşuyor. Türkiye konuklarla, Kalpler sevgiyle dolsun. Dünya Çocuk BayramıHerkese mutlu olsun!Altan ÖZYÜREK
Âşık Reyhanî - Eski Hatıralar (Bir Kara Gözlü)
Pazar, 22 Nisan 2018
Bir kara gözlü yar yıllarca evvelBerrak bir pınarın başında idiPeri kadar saçlı huriden güzelDurgun yüzlü on dört yaşında idi Tam on dört gecelik ayın yarısıPembe tül altından sızan sarısıAdım adım takip eden birisiHer dakka her saat peşinde idi Sonra onu ben yitirdim el bulduO zaman gönlümde yol iki olduÜç yıl sonra sordum dediler öldüHayali bir mezar taşında idi Ben yine o yüzü görürüm bazıBaşka zaman değil çalınca sazıSatırıma yazdığım gün o kızıİlham hızı çatık kaşında idi Reyhani'yim derdim izah etmeyeYüz yıl yazsam imkanı yok bitmeye Bülbülümü koymadılar ötmeyeMevsim elli birin kışında idi
Botirjon Ergashev - Kundan kun yaxshi
Salı, 17 Nisan 2018
Kunsayin chiroy ochar dil naqshi,Hayotni kuylab bo‘ldim men baxshi,Har yonga boqib, qilamiz shukur –Ko‘z tegmasin ko‘z, kundan kun yaxshi. Farzandlarimiz quvnoqdir, sho‘xdir,Orzulari ko‘p, armoni yo‘qdir,Kelajakdan ham ko‘nglimiz to‘qdir,Ko‘z tegmasin ko‘z, kundan kun yaxshi.  Ota-onalar duo bilan bandDuolar bilan boshimiz balandBaxt bor, omad bor, go‘yo asal-qandKo‘z tegmasin ko‘z, kundan kun yaxshi. Dunyolar ko‘rdi – bo‘ylarimizniRo‘yobga chiqqan – o‘ylarimizniAdog‘i yo‘qdir, to‘ylarimizniKo‘z tegmasin ko‘z, kundan kun yaxshi. Hurlik narvonin har pog‘onasi – Nurli manzilning, bir koshonasiHali bu baxtning, ilk nishonasiKo‘z tegmasin ko‘z, kundan kun yaxshi. To‘rt fasli to‘kis, Xudo suygan joyHar on, suluvdek ochmoqda chiroy Kunduzin Quyosh, tunin bezar Oy,Ko‘z tegmasin ko‘z, kundan kun yaxshi. Bu yurtda tinchlik, eng oliy talab,Bunga elparvar Yurtboshi sabab!Boshlarin omon aylagin Yo Rab!Ko‘z tegmasin ko‘z, kundan kun yaxshi! Ey do‘stlar, bizga bo‘ylayveringlar!Shoirlar, rostin so‘ylayveringlar!Xofizlar, tinmay kuylayveringlar!Ko‘z tegmasin ko‘z, kundan kun yaxshi!Video  
Fuzuli - Gazel (Cânı kim cânânı için sevse cânânın sever)
Cumartesi, 14 Nisan 2018
Cânı kim cânânı için sevse cânânın severCânı için kim ki cânânın sevse cânın sever Her kimin âlemde miktârıncadır tab’ında meylBen leb-i cânânımı Hızr Âb-i Hayvân’ın sever Başa dem düşdükçe taksîr eylemez eyler mededOl sebepten muttasıl çeşmim ciğer kanın sever Müşg-i Çin âvâre olmuştur vatandan ben kimiHansı şûhun bilmezem zülf-i perişânın sever Su ki ser-gerdan gezer başında vardır bir hevâGâlibâ bir gül-ruhun serv-i hırâmânın sever N’olacaktır terk-i aşk etme Fuzûlî vehm edipGâyeti derler ola bir bende sultânın sever   Fâilâlün Fâilâtün Fâilâtün Fâilün
Hüseyin Cavid - Kadın
Perşembe, 19 Nisan 2018
Kadın, ey sevgili hemşire, uyan. Ana! Ey nazlı kadın, kalk uyuyan Daima mevtle hemdûş oluyor,Zilü mihnetle hemağûş oluyor. İşte sıyrılmada hep zulmetler, Ağarır tan yeri, kalk, işte seher Uyan, etrafını seyr et de, düşün, Bütün evlâd-i vatan işte bu gün, Yalınız senden umar derde şifa, Yalınız sende bulur ruha gıda. Ana evladını besler, büyütür, Anasız millet evet, öksüzdür. Senin âlemde vazifen, hissen,Ne büyük... Hem ne ağırdır bilsen... Kadın, ey sevgili, şefkatli melek,Bu kadar sabru tahammül ne demek? O letafet, o necâbetle sana,Bu esaret, bu hakaret ne reva? Sen nesin, kendini bil, za'fı bırakHep nasibin mi senin sille, dayak? Çekme âh öyle mükadder, mahzun,Ağla göz yaşların aksın, coşsun. Ağla, feryadını duysun erler,Belki insafa gelip rahm edeler. "Ağla, hep ağla! " dedim, çok yanlış,Çınlasın, mevcelenip yükselsin, O sesin kuvveti tesiri büyükAğla ta lerzeye gelsin yer gök Bak, bu insan ne kadar aldanıyor? Hayır, asla beni sen dinleme, dur. "Ağla, hep ağla! " dedim, çok yanılış,Ağlamaktan ne çıkar sanki, çalış Oluyor işte hukukun pâmalÇalış, öğren, ara, bul, hakkını al. Perdeyi zulmet içinden sıyrıl,Kahramanlar gibi kavgaya atıl. Fazl ü irfanla mücehhez olarak,Cehli yık, gafleti yak, aczi bırak. Kimseden bekleme yardım asla,Yalnız kendine kendin ağla. 1911
Karacaoğlan - Dağlar Geçit Verin
Salı, 17 Nisan 2018
Dağlar geçit verin konup göçeyim,Bir daha bu ile gelmeyesiye.Bağrıma hançerin salan illeri,Bir daha dönüp de görmeyesiye.Eller göçün çekti ben göçemedim,Yar elinden dolu bad'içemedim.Yar bana gücenmiş kusur işledim,Hesabın us yetip vermeyesiye.Kavlim doğru benim, demedim yalan,Garip candan geri nem var ki kalan?Bir avuç topraktır gözüme dolan,Murada yeltenip ermeyesiye.Dönem dolaşam bu gurbet illeri,Saçıma doladım ben ak telleri.Dostun bahçesinde açan gülleri,Bir sabah yar gelip dermeyesiye.Karacaoğlan der: Sen de ben gibi,İkimiz de bir tepede gün gibi.Yar eline kına yakmış kan gibi,Boyasın yarama sürmeyesiye.
Nabi - Gazel (Usandık)
Perşembe, 19 Nisan 2018
Bir devlet içün çarha temennâdan usandık Bir vasl içün ağyâra müdârâdan usandık   Hicran çekerek zevk-ı mülâkatı unuttuk Mahmur olarak lezzet-i sahbâdan usandık   Düştük katı çoktan heves-i devlete ammâ Ol dâiye-i dağdağa-fermâdan usandık   Dil gamla dahi dest ü girîbandan usanmaz Bir yer içün ağyâr ile gavgadan usandık   Nâbî ile ol âfetin ahvâlını nakl et Efsâne-i Mecnûn ile Leylâ'dan usandık
Namdar Rahmi Karatay - Aşıklık Ne Halına
Pazar, 22 Nisan 2018
Gönül sen ne sersemsin, ne körsün, ne sakarsın, Yulaksız bir su gibi her güzele akarsın, Neye sebepsiz yere yüreğini yakarsın, Göz koymaktan ne çıkar elin günün malına Çapıtına çuluna, aşıklık ne halına. Bu kara bahtını sen kambur gibi taşırsın, Bir de topal eşekle kervana karışırsın, Eller arabasını dağdan dağa aşırsın, Senin her gün bir kambur yüklenirken dalına, Çapıtına çuluna, aşıklık ne halına. Bunca yıl uma uma eridin bir mum gibi, Bu umut mabudunu bekledin kayyum gibi, Karardıkça karardı kara baht kurum gibi, Bundan sonra devam et yine bakla falına, Çapıtına çuluna, aşıklık ne halına. Eller aştı denizi, oturdun mu sen şapa, Herkesin yolu düz de seninki neden sapa, Kulaklarını tıka gözlerini de kapa, Bakma elin etine, kaymağına, balına, Çapıtına çuluna, aşıklık ne halına. Birisi yakalamış suna gibi bir kızı, Öteki her gün sarar başka güzel yıldızı, Senin içinde yanar hiç olmıyan bir sızı, Güzeller geçer gider hep salına salına Çapıtına çuluna, aşıklık ne halına. Bu atalar sözüdür: Kim kazana kim yiye, Gönül bağlamamalı bu dünyada her şeye, Ah şu güzelin kaşı, vay gözü diye diye, Ömrün dönüp gidecek bir yılan masalına Çapıtına çuluna, aşıklık ne halına...
Ömer Seyfeddin - Kurumuş Ağaçlar (Hikâye)
Cuma, 20 Nisan 2018
  ░   Deli Murat, memleketin en azılı bir derebeyi idi! Fakat yaşlandıkça aklı başına geldi. İyinin, kötünün farkına varmaya başladı. Artık en küçük bir fenalık bile onun vicdanında sönmez bir azap cehennemi tutuşturuyordu. Elli yaşına girmişti. Hacca gitmek niyetindeydi. Lâkin hangi yüzle?.. Uzun kış geceleri, vahşî bir saraya benzeyen kulesinin tenha odasında, ocağın alevlerine dalarak yaptıklarını düşünürdü. Tam otuz sene... Etmediği kalmamıştı. Soyduğu kervanları, kaldırdığı kızları, vurduğu postaları, yaktığı köyleri, yıktığı hanları, bastığı şehirleri hep birden hatırladı. Hele öldürdüğü insanlar... Bunları unutabilmek imkânı yoktu. Gerçi çoğunu kendi canını kurtarmak için öldürmüştü. Fakat ne olursa olsun, yine kandı! Evet, kırk kan!...      Bir gece sabaha kadar uyuyamadı. Daha şafak sökmeden atlarını hazırlattı. Kasabaya doludizgin koştu. Sabah namazını henüz bitiren Karababa'yı seccadesinde buldu. Bu Şeyh, devrinin en büyük erenlerindendi. Tekkesi ümitsizlerin mâbediydi. Deli Murat'ı görünce gülümsedi:      — Hoş geldin. Seni bekliyordum, dedi.      — Beni mi?      — Evet.      — Niçin?      — Hacca gitmek istiyorsun, değil mi?      — ....      Deli Murat, bu her şeyi bilen, her şeyi gören, gaipten haberdar, mübarek ihtiyarın eline sarıldı. Öptü:      — Fakat yüzüm yok, babacığım, dedi.      — Allah her şeyi affeder.      — Benim kabahatim çok. Günahlarım çok büyük...      — ...     Seccadenin kenarına diz çöktü. Ağlaya ağlaya mazisini anlattı. Bunlar hatırında durdukça, peygamberin mezarına yüz sürmeye cesaret edemeyecekti. Karababa:      — Senin kırk kanın var! Dedi.      — Evet.      — Allah bunları bile affeder.      — Nasıl?      — Ya ölüme lâyık bir adamı vurursun...      Deli Murat:       — Aman aman, diye haykırdı. Ben artık adam öldüremem!      Karababa:       — Yahut da, büyük bir misafirhane yeri açar, geleni geçeni fakir, zengin ayırt etmeden doyurursun. Hepsinin gönlünü hoş edersin! Dedi.      Deli Murat, bu ikinci kefareti uygun buldu. Parasının sayısını bilmezdi. Bir misafirhane değil, on misafirhane açabilirdi.      — Pekâlâ, babacığım, dedi. Yarından sonra misafirhane açıktır. Fakat kanlarımın affolunup olunmadığını nereden bileyim?     — Bilip de ne yapacaksın?      — Hacca gideceğim.      Karababa bir an düşündü:      — Misafirhanenin iç bahçesine kurumuş ağaçlar dik... dedi.      — Kurumuş ağaçlar mı?      — Evet, bunlar yeşerip çiçek açınca, kanların affedilmiş, kefaretin kabul olunmuştur.     — Hiç kurumuş ağaç yeşerir, çiçek açar mı?      — Açar.      — !..      Deli Murat'ın vahşî bir saraya benzeyen kulesi geniş ovaya inen yolun üstünde idi. Yedi ülke yolcuları önünden geçmeye mecburdu. Burasını hemen misafirhane haline koydu. Her odaya bir sofra kurdu. Günde yirmi kazan kaynıyordu. Ekmeğinden, etinden, pilavından yedirmeden kimseyi geçirtmezdi. İç bahçeye de Karababa'nın dediği gibi kurumuş ağaçlar diktirdi. Her gün bunları yokluyordu. Aradan bir sene, iki sene, üç sene geçti. Kurumuş ağaçlar yeşermek şöyle dursun, hatta çürümeye, kurtlanmaya yüz tutmuştu. Her gün yine kazanlar kaynıyor, yaz, kış hayrat devam ediyordu. Deli Murat'ın içine şüphe girdi: "Budala mıyım? Hiç kurumuş tahtalar çiçek açar mı? Karababa beni daima hayrat yapayım diye böyle aldatmış olmalı!" diyordu. Gündüzleri menzilin önündeki çardağa oturur, uşakların, yolcuları nasıl ağırladıklarına nezaret ederdi. Karnı tok olanlara bile mutlaka aşından bir yudum tattırırdı. Bir gün bu çardakta kefaretinin kabul olunup hacca gidebileceğini düşünürken daldı. Tatlı bir rüya görmeye başladı. Bir devenin üstünde, tek başına, çöl ortasında gidiyordu. Deve birdenbire durdu. Deli Murat uğraşıyor, bir türlü yürütemiyordu. Nihayet deve silkindi. Murat kumlara yuvarlandı. Gözlerini açıp, "Hayırdır inşallah!" derken, uşaklarının yol üstünde bir atlı ile uğraştıklarını gördü. Dikkat etti. Bu adam atından inmiyor:      — Bırakın beni! Acele işim var. Duramam! Bırakın... İnmem... diyordu.      Uşaklar zorluyorlar, "İn, bir yudum çorba iç. Sonra git, seni bırakırsak, ağa bize darılır." diye yalvarıyorlardı.      Deli Murat doğruldu. Kendisi de inmesi için atlıya ricaya gidecekti. Kalktı. Tam yola doğru yürürken yolcu atını şaha kaldırmış, uşakların elinden kurtulmuştu. Deli Murat'ın inat damarı tuttu. İçinden, "Ulan, ben sana mutlaka aşımdan tattıracağım!" dedi. Belinden tabancasını çıkardı. Havada uçan serçe kuşlarını nişan almadan vurabilirdi. Yolcunun hızla uzaklaşan atına güzel bir nişan aldı. "Hayvan ölünce gidemez. Çorbayı içer. Ben ona en iyi atlarımdan birini hediye ederim, memnun olur..." diyordu. Tetiği çekti. Fakat at durmadı. Bilakis dörtnala kalktı. Üzerindeki adam yere düşmüştü. Uşaklarıyla beraber bu yolcunun imdadına koştu. Bir de ne görsün? Meğerse ata attığı kurşun, zavallı sahibinin ensesinden girip alnından çıkmamış mı? Yüzünden taze kanlar sızıyordu. Az buçuk daha kendini kaybedecekti. İşte kırk kanını Allah'a affettirmeye çalışırken kazara, elinden yeni bir kan daha çıkmıştı. Ağlamaya başladı. Teessürü o kadar müthişti ki... Uşakları ürktü. "Bırakın, kendimi öldüreceğim. Artık dünya bana haram olsun!" diye haykırıyordu. Elinden tabancasını zorla kaptılar. Teskin etmek için menzildeki odasına götürüyorlardı. İç bahçeye girince birdenbire:      — Ah!.. diye haykırdı, Bakınız bakınız!..      — ...      Kurumuş ağaçların hepsi aniden ilkbahar bademleri gibi çiçek açmıştı. Bu mucize herkesi şaşırttı. Deli Murat, sevincinden bu bir anda yeşermiş ağaçların diplerini öpüyor, gözlerinden saadet yaşları akıyordu. İşte artık günahları, kırk kanın günahı affedilmişti. Demek kaza ile vurduğu adam ölüme lâyık bir günahkârdı! Bunun kim olduğunu tahkik etti. Menzilde hazır bulunan yolcuların hepsi tanıyorlar:     — Dünyada bunun kadar iyi adam yoktu. Allah rahmet eylesin... diye acıyorlardı.      Fakat Deli Murat:     — Hayır, hayır, dedi, bu adam ölüme lâyık bir günahkârmış!...      Tanıyanlar tekrar reddettiler:     — Hayır, mübarek bir adamdı! Hemşehrilerinden kimseye fenalık etmedi. Beş vakit namaz kıldı. Üç ay oruç tuttu. Fakire, fukaraya baktı. Öksüzler büyüttü...      — Hayır, hayır, dedi, bu adam ölüme lâyık bir günahkârmış!...      Ama cesedin başında herkes iyiliğine dair şehâdette ısrar ediyordu. Nihayet Deli Murat:     — O halde, bu adam şimdi gayet büyük bir günah işlemeye gidiyormuş, dedi.      Uşaklarına ölünün üzerini aramalarını emretti. Küçük bir mektuptan başka bir şey bulamadılar. Bu mektup, genç ve namuslu bir kadının aleyhinde yazılmış, kocasına gönderiliyordu.  
Oyhan Hasan Bıldırki - Şehrin İki Delikanlısı - 6 (Hikâye)
Pazar, 22 Nisan 2018
       Halil İbrahim, bir yandan çayını yudumluyor, kahveciye lâf yetiştiriyor, diğer yandan da caddeyi gözlüyordu.        Az sonra, uzunca boylu parkalı genç adamın arkasından, diğerleri de sökün etti. Korkusuz, telâşsız şehre indiler.        Halil İbrahim, sabahın ortalığa saldığı aydınlık içinde, avının kimliğini seçmişti. Özgür’dü bu! Üniversite öğrencisi olmasına rağmen, nedense şehirde eğleniyor, kaldırılan her taşın altından çıkıyordu. Şehrin tek avukatıyla iyi görüşüyor, okuyor olmanın verdiği imkânla, ileri gelenlerin hemen hepsiyle kolayca dostluklar kurabiliyordu. Emniyet’ten birçoklarıyla bile arası iyiydi. Bir ahtapot gibi kollarını her tarafa uzatıyor, her dönemeci rahatlıkla dolanıveriyordu.           – Akşamki haberler kötüydü yine! dedi kahveci. Televizyonumuz ölümlerle, yıkımları, artık hava raporu okur gibi veriyor. Bu iş, nereye varacak dersin?        Kendi gönlünün acılarını yaşayan Halil İbrahim, irice yapılı, yaz kış, devamlı sırtında bir gömlekle dolaşan, esmer, siyah, kıvırcık saçlı Kahveci Ahmet’in sorusunu anlayamadı. Sordu:        – Hangi iş?        – Bu ölümler, zulümler canım!        – İş, olacağına varır derler. Bilmez misin?        – Bilirim. Bilirim ya… Ne yalan söyleyeyim, bıktım, usandım. Bu işin cılkı çıktı beyim. Neredeyse balık, kavağa çıkacak. Sabrettik. Lâkin biz, derviş miyiz ki, bu kadar sabra katlanalım? Bir yerde, kan beynime sıçrıyor. Müşterilerimin ayağı kahveden kesildi. Boş durmadım. Sordum, soruşturdum. Odacılar engelliyormuş. İkide bir, sabah akşam, mekânımın önünde dolanıp duruyorlar.        – Dolansınlar!        – Ne demek, dolansınlar?        – Bak, dinle! İnsan, dolana dolana bir yere ulaşır, yumak olur. Yumağı bilirsin değil mi? İlk dolanan katlarını sıktıkça sıkar. Sesini, soluğunu, nefesini keser. Yumağın içi, onları bunaltacak. Akılları başlarına gelse bile, çok geç olacak.        – Sözü ne demeye getiriyorsun? Anlar gibiyim ama, çıkarmadım. Açık söyle.        – Açığı, her gecenin bir sabahı vardır.        – Umudum yok ama, o sabahları görebilecek miyiz?        Halil İbrahim, tanıdık bir motor sesine kulak kabarttı. Orhan Bey, olmalıydı bu! Hemen her sabah, bu saatlerde motoruyla yola çıkar, aşağılara iner, Hasan Bey’i alır, birlikte okula giderlerdi.        Kahveci Ahmet’e;        – Baksana, dedi, geçen Orhan Bey ise, seslen gelsin. Bir sabah çayımızı içsin.        – Çağırmak istemez, dedi kahveci. Bak, görürsün. Şimdi damlar buraya.        Orhan Bey, fren yaptı, motorun hızını kesti, durdu. Alıcı gözle kahveyi süzdü. Saatine baktı. Motoru, kaldırımın kıyısına park etti. İçeri girdi. Seslendi.        – Gününüz aydın olsun, dostlar! Bre usta, çayları üçle! Biri senin için. Benimki torpilli olsun. Anlarsın ya?        – Buyur, otur hele! Soluklan biraz.        – Gel hocam, şöyle geç!        Orhan Bey, tekrar saatine baktı. Getirilen çayı yudumlamaya başladı.        – Zamanım yok. Oturur, iki beşlik bozardık ama. Halil nerelerdesin iki gözüm? Hanidir görüşemez olduk, değil mi?        – Öyle hocam. İş, güç. Ne yaparsın?        – Öyle, öyle!        – Beni karakola bırak. Sana diyeceklerim var.        – Önemli mi?        – Öyle gibi.        – Ne?        Halil İbrahim, yedeğinin başında, elindeki büsbütün kararmış bezle bardaklarını kurulayan, dudaklarının ucuna tutuşturduğu sigarasını keyifle tüttüren kahveciye baktı. Tek tük işçiler, aşağıya, toplanma yerine iniyorlardı. Öğrencilerden bazıları ağır aksak, bazıları da telâşlı, acele acele okullarına gidiyorlardı.        – Odacılar var ya odacılar, sana bir iyilik düşünüyorlarmış hocam! Kendine dikkat et!        – Odacılar ha? Emin misin?        – Olmasam, söyler miyim?        – Eh, yapılan iyiliğin altında kalınmaz. Gelsinler. Bildiklerini yapsınlar, bakalım.        – Hocam, zaman, o zaman değil!        – Ne yapalım? Başa gelen çekilir, derler. Sen üzülme. Elbet bir çaresine bakarız. Haydi, gidelim.        Birlikte çıktılar. “Günaydın!” diyen öğrencilere karşılık verdiler. Aşağıya, şehrin merkezine indiler.        Mağaradan şehre inenler için, yeni bir gündü bugün! İşçilerin yanında olduklarını gösterecekler, ücret artırma isteklerini destekleyecekler, hiçbir ağanın römorkuna, istekli de olsalar, gönüllü de bulunsalar, bir tek işçi bile bindirmeyeceklerdi. Sokak başlarını tuttular, toplanma yerini doldurdular.        O günün akşamı, çocukluk arkadaşlarının isteğini kıramayan Cihat, elinde çıkınıyla sabah sabah yola çıktı. Nedense içinde bir sıkıntı vardı. Akşam, garip rüyâlar görmüş, yılanlarla, çıyanlarla uğraşıp durmuştu. Sıkıntısının sebebini, açılışı devamlı olarak ertelenen okuluna bağladı. Aslına bakılırsa, okumaktan da, okuldan da soğumuştu. Okula gitse, okutmuyorlar. Gitmese, katılıp karışmadığı olayların faturasını ona çıkarıyorlar. Ceza üstüne ceza veriyorlardı.        Çeşitli düşüncelerle boğuşan Cihat, sokakta ilk adımlarını atar atmaz, parkalıları gördü.        – Bu hâl, hayra alâmet değil! diye düşündü. Varalım, bakalım. Ne isterler, anlarız.        Elinde çıkını, öfkeyle söylenen, geri dönen kadınlı erkekli işçileri gördü. Durumu anlar gibi oldu.        Bir kadın işçi;        – Utanmazlar! diyordu. Yol kesmek neymiş, görürsünüz. Çalışmazsak, karnımızı kim doyuracak?        Parkalılardan ses çıkmadı. Sadece, bıyık altından gülüp geçmekle yetindiler. Bu tarz söylenmeler, şikâyetler, ilenmeler onlara vız geliyordu. Öyle ya, konuşmaktan ne çıkar? Konuşsunlar, karınlarının şişini indirsinler.        Cihat, ilk parkalıyı geçti. Tam; “Hele şükür!” diyecekti ki, ikincisi çıkıştı:        – Nereye böyle dostum?        – Çalışmaya. Bir şey mi diyecektin?        – Yoo! Bugün iş yok da, hatırlatayım istedim.        – Yaa! Bak, bunu bilmiyordum.        – Domuzuna biliyorsun, bilmesine! Lâkin dönsen, düşündüklerini yapmaktan vazgeçsen, sanırım iyi edersin.        – Peki, dönmezsem?        İlk parkalı atıldı.        – Biz, adamı döndürmesini biliriz.        – Arkadaşımı duydun. Bak, sana dost dedik. Sevildiğini anla. Dön geri.        – Böyle dostluk, olmaz olsun.        – Meydan mı okuyorsun?        – Hangi meydan? Sokakta değil miyiz?        Sokağa bakan pencerelerden başlar uzandı. Geri dön-dürülen işçilerden bazıları, kopacak fırtınaya engel olmak için veya seyretmek amacıyla olsa gerek, bekleşmeye başladılar. Cihat’ı tanıyanları, durup beklemediler. Hemen Hanife Hanım’a koştular. Haber verdiler.        Hanife Hanım, avlu kapısını hızla çarptı. Hışımla dışarı çıktı. Söylendi:        – Allah, Allah! Nedir bu kepazelik? Sizin işiniz gücünüz yok mu?        – Olmaz olur mu?        – Ne istiyorsunuz oğlumdan?        – Direniyor da!        – Dirensin! Size ne? Eşkıyalar sizi! Kuldan utanmaz, Allah’tan korkmazlar! Aç karnımızı siz mi doyuruyorsunuz ki, ona buna sataşıyorsunuz?        Ortalık birdenbire karıştı. Beklenen fırtına koptu. Bir yanda parkalılar, öte yanda Cihat, ağız dalaşını bırakıp kapıştılar. Alt üst oldular. Olaya, işçilerden bazıları da karıştı. Parkalılardan biri, yaydan çıkan ok gibi fırladı, koştu. Ötekilere haberci gitti. Yaşlılar araya girdiler. Kavga büyümeden, dal budak salmadan bastırıldı.        İki taraf da hızını alamadıkları için olsa gerek, hırslarını karşılıklı bağırıp çağırmakla soğuttular.        Cihat, daha çok anasının zorundan, üstelemesinden olacak, geriye döndü, eve çıktı. Günün ilk saatlerini avluda geçirdi.        Toplanma yerini tutanlar, sokak başlarını kesenler başarıya ulaştılar. Hiçbir işçiyi, hiçbir ağanın römorkuna bindirmediler. Şehirli, bütün gün homurdandı durdu. Herkes, ayrı ayrı düşündü. Ertesi gün için karara vardı. Nedense o gün, güvenlik güçlerinden hiç kimsenin ne kendisi, ne gölgesi ortalıkta gözüktü. Durumdan şikâyetçi olanlar da çıkmadı. Herkesin yaptığı yanına kâr kaldı.         Orhan Bey, Hasan Bey’le birlikte okula geldi. Öğrencilerden büyük bir kısmı, öfkeli bakışlarla, ikisini süzdüler. Zil çaldı, dersler başladı.        Hasan Bey’in ilk saati boştu. Arka bahçeye açılan balkona çıktı. Bir sandalye bulup oturdu. Çatıdan sızan, oyna-yan güneş ışıklarıyla oyalandı. Cıvıl cıvıl ötüşen serçelere kulak verdi. Serçeler, kanat çırpıp süzüldüler. Kâh çatıya kondular, kâh çamlara doğru uçuştular. Zaman zaman birbirlerine cilve yaptılar. Azarlayan ötüşleriyle nazdan hoşlanmadıklarını ortaya koydular. Okul bahçesinin etrafını, tek sıralı dizilişleriyle fır dolayı çeviren çamlarla çatı arasında gidip geldiler.        Hasan Bey;        – Palaz uçuşunda olmalılar, diye düşündü. Yoksa, bu nazı, niyazı kim çeker? Yetişeceklere yol göstermek, büyüklerin küçüklerine, bildiklerini öğretmesi, bunun için çırpınması ne güzel! Henüz, hayatlarının ilkbaharında olanların yanında bulunmak, korkularını yenmelerinde yardımcı olmak, yazın, güzün tecrübelerini onlara öğretmek! Yetişkinler için, bundan büyük saadet olur mu, hiç? Ah, bu güzelim davranışı, bütün insanlar da kendilerine örnek alsalar, ne güzel olurdu değil mi? O zaman yanlış yola sapan, dikenli, çakıllı, bozuk yollarda dingilini kırana rastlanır mıydı?          Süt beyaz renkli kanatlarının üzerinde, nar kırmızısı benekler taşıyan bir kelebek geldi, Hasan Bey’in dizine kondu. Besbelli yorulmuş olmalıydı. Soluklanmak, biraz olsun dinlenmek istiyordu. Hasan Bey, kelebekteki bu renk uyumuna şaştı, hayran oldu. Eliyle beyazı, kırmızıyı okşamak istedi. Vazgeçti. Kelebektir, dokunmaya gelmez. Kanatları pul pul olur, dökülüverir.         Oyhan Hasan Bıldırki
Yunus Emre - Severim Seni Ben Candan İçerü
Pazartesi, 23 Nisan 2018
Severim ben seni candan içerü, Yolum ötmez bu erkandan içerü. Nereye bakar isem dopdolusun, Seni kanda koyam benden içerü! O bir dilberdürür yoktur nişanı Nişan olur mu nişandan içerü. Beni benden sorman, bende degülem, Suretim boş yürür dondan içerü. Beni benden alana ermez elim, Kadem kim basa sultandan içerü. Tecelliden nasib erdi kimine, Kiminin maksudu bundan içerü. Kime didar gönülden şule değse Onun şulesi var, günden içerü. Senin aşkın beni benden alıptır, Ne şirin dert bu; dermandan içerü. Şeriat, tarikat yoldur varana, Hakikat, marifet, andan içerü. Süleyman kuş dilin bilir dediler Süleyman var Süleyman'dan içerü. Unuttum, din-diyanet kaldı benden. Bu ne mezhepdürür, dinden içerü. Dinin terkedenin küfürdür işi, Bu ne küfürdür, imandan içerü. Geçer iken, Yunus, duç oldu dosta, Ki kaldı kapıda andan içerü...
Sitemize göndereceğiniz yazı, şiir, şikâyetleriniz ve diğer bilgiler için adres:
dilimizveedebiyatimiz@gmail.com

Sitemize göndereceğiniz yazı, şiir ve diğer bilgiler için adres: dilimizveedebiyatimiz@gmail.com
Site Hakkında
Tavsiye Edilen Kitaplar
Ali Rıza Malkoç - Sosyoloji Notları ve Konferanslar (Cemil Meriç)
Ali Rıza Malkoç - Sosyoloji Notları ve Konferanslar (Cemil Meriç)
Kitap Adı : Sosyoloji Notları ve KonferanslarYazarı     : Cemil MeriçYayınevi  : İletişim Yayınlar...

Read more

Tavsiye Edilen Kitaplar
Çağatayca Gülistan Tercümesi
Çağatayca Gülistan Tercümesi
░   Sa’dî’nin meşhur GÜLİSTAN adlı eseri M. 1397-1398 yılında, Timur’un torunu veliaht Muhammed Sult...

Read more

Tavsiye Edilen Kitaplar
İşgal ve Kurtuluş
İşgal ve Kurtuluş
Eserin Adı: İşgal ve KurtuluşTürü: RomanYazarı: Hüseyin AdıgüzelYayınevi: Bilgeoğuz YayınlarıBasım...

Read more

Tavsiye Edilen Kitaplar
Ali Rıza Malkoç - Tirende Bir Keman
Ali Rıza Malkoç - Tirende Bir Keman
Kitap adı: Tirende bir keman Yazarı.   : Mustafa Kutlu Yayınevi : Dergâh Yayınları Baskı.     : 3...

Read more

Tavsiye Edilen Kitaplar
Ali Rıza Malkoç - Benden Selam Söyle Anadolu'ya
Ali Rıza Malkoç - Benden Selam Söyle Anadolu'ya
Kitap Adı: Benden Selam Söyle Anadolu'ya Yazarı.    : Dido Sotiriyu Çeviri.     : Attila Tokatlı ...

Read more

Tavsiye Edilen Kitaplar
Annelere Adanmış Bir Eser: Dünyanın İşleri
Annelere Adanmış Bir Eser: Dünyanın İşleri
     Özbek edebiyatının tanınmış yazarlarından Ötkir Haşimov’un kısa ve uzun hikâyelerinden meydana ...

Read more

Tavsiye Edilen Kitaplar
Gönül Şamilkızı - Kırım Ateşi
Gönül Şamilkızı - Kırım Ateşi
Qırım, meni añasıñmı? Kuneş batar, suküt bulur göl, irmaq, çay Tuman yatar topelerniñ arqasına. Çatı...

Read more

Tavsiye Edilen Kitaplar
Güzel Çocuklara Güzel Hikayeler – Kelile ve Dimne
Güzel Çocuklara Güzel Hikayeler – Kelile ve Dimne
“Avcı ödülünü aldı ve mutluluklar içinde evine döndü. Yolda kendi kendine şöyle diyordu : ‘Öğrenmeni...

Read more

Tavsiye Edilen Kitaplar
Ali Rıza Malkoç - Sınırsız Güç / Anthony Robbins (Kitap İnceleme) ...
Ali Rıza Malkoç - Sınırsız Güç / Anthony Robbins (Kitap İnceleme)
Kitap Adı: Sınırsız Güç Yazarı     : Anthony Robbins Çeviri      : Dr. Mehmet Değirmenci Yayınevi...

Read more

Tavsiye Edilen Kitaplar
Ali Rıza Malkoç - Negatif Limanlardan Pozitif Sulara (Kitap Tanıtımı)
Ali Rıza Malkoç - Negatif Limanlardan Pozitif Sulara (Kitap Tanıtımı)
Kitap Adı  : Negatif Limanlardan Pozitif Sulara Yazarı       : Oğuz Saygın Yayınevi   : Karma Kita...

Read more

Tavsiye Edilen Kitaplar
Şerefüddin Ali Yezdi - Zafernâme
Şerefüddin Ali Yezdi - Zafernâme
     Önsöz’de çevirmen Ahsen Batur Timur ile ilgili kaynaklar hakkında şunları söylemektedir: “Timur...

Read more

Tavsiye Edilen Kitaplar
Hüseyin Adıgüzel - İttihat ve Terakki Tarihi
Hüseyin Adıgüzel -   İttihat ve Terakki Tarihi
Son dönem Türk tarihinin mücadeleler ile dolu sayfaları arasında, çok kısa bir dönemi kapsayan bölüm...

Read more

Tavsiye Edilen Kitaplar
Muharrem Ergin - Dede Korkut Kitabı
Muharrem Ergin - Dede Korkut Kitabı
░   Türk edebiyatı tarihinin en büyük âlimi Prof. Fuat Köprülü'nün, derslerinde söylediği bir söz va...

Read more

Tavsiye Edilen Kitaplar
Yer Değiştirmenin 100. Yılında Ermeniler ve Ermeni Meselesi
Yer Değiştirmenin 100. Yılında Ermeniler ve Ermeni Meselesi
     Araştırmacı Yazar Hüseyin Adıgüzel’in hazırladığı ve tam adı: ‘Yer Değiştirmenin 100. Yılında E...

Read more

Tavsiye Edilen Kitaplar
Gökçe Fırat - Nevai (Aybek)
Gökçe Fırat - Nevai (Aybek)
     Musa Taşmuhammedov Aybek, Özbek edebiyatının en önemli romancılarından birisidir. 1905 yılında ...

Read more

Başa dön

© 2018 Dilimiz ve Edebiyatımız